Algarrobo-Lo Gallardo


Algarrobo'dan sabah 10 gibi ayrıldım. Bugünkü hedeflediğim mesafenin nispeten kısa olmasını verdiği rahatlıkla biraz daha uyumak istedim aslında. Yol epey bir süre sahilden gidiyor ancak yine de bol iniş ve çıkış var.

Bu yolculuğu zorlaştıran ve zorlaştıracak şeylerin başında rüzgar geliyor. Bugün bu gerçekle daha net yüzleştim. Yol boyunca 10-15 knot arasında karşıdan esen ruzgara karşı gitmek zorunda kaldım ki bu insanı yormanın yanında mental olarak da yıpratan birşey. Bugünün o kadar da kolay olmayacağı belli. Yolculuğun Patagonya'ya kadar olan kısmında güney rüzgarı hep çıkacak yoluma. Uyum sağlamayı öğrenmeliyim.

Isla Negra yolumun üzeri, Pablo Neruda'nın evine uğruyorum. Ev ki ne ev. Her odası inanılmaz derecede zevkle döşenmiş, her ayrıntısına üzerinde titizlikle durulmuş bir sanat eseri adeta. Çocukluk anılarını yaşatmak için inanılmaz bir koleksiyon oluşturmuş. 1973'deki Pinochet darbesine kadar bu evde yaşamış,  sonrasında da dönmek kısmet olmamış.





Tamam ev güzel, gezince oturup şiir yazası geliyor insanın. Hatta ben yazdım, ama sonra çok yüzeysel buldum. Paylaşmıyorum.

Ne yalan söyleyeyim ben böyle bir ev beklemiyordum. Neruda'yı Nazım Usta'nın arkadaşı, yoldaşı bilir, bir sayardım ustayla. Sırça köşklerde oturup kominist olunabileceğine inanmıyorum. Pablo Neruda'yı yazdığı güzel aşk şiirleriyle okumaya devam ederim ben de nedir yani.

Eşiyle birlikte bu evin bahçesine gömülmek istemiş Neruda, çok sevdiği ve hasret kaldığı denize nazır.


Aklima Nazım Usta'nın vasiyeti geliyor hemen.

Vasiyet

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu
            ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani.

Nazım Hikmet 1953

Rüzgara karşı amansız bir mücadeleden sonra tahminimden 3 saat kadar sonra varıyorum Lo Gallardo'ya. Susana ve Alejandro'ya misafir oluyorum bugün, ama ben geç kaldığım için onlar da bazı işleri halletmek için dışarı çıkmışlar. Evlerine yakın boş bir arazide bir süre dönmelerini bekledim, uykuladım,  kitap okudum.

İlk kez Warmshowers aracılığıyla misafir olacağım. Daha önce istanbul'da ağırlamıştım birilerini ama bu defa benim misafir olan. Bisikletle seyahat edenlerin veya merak salanların üye olduğu bu siteyle birlikte konuya daha hakim insanların misafiri olup tecrübelerinden faydalanabiliyorsunuz.


Susanna ve Alejandro ile tanışır tanışmaz inanılmaz bir pozitif enerjiyle doldum. Sürekli gülümseyen,  hayatı mutlu ve tadında yaşamayı bilen insanlar olduğunu görür görmez anlayabiliyorsunuz. Kaldığım bir günde harika ağırladılar beni. Susana'nın hazırladığı soymeat ve harika bir Şili şarabı eşliğinde bisiklet seyahatlerinde edindikleri tecrübeleri aktardılar. Afrika'yı bisikletle köşe bucak gelmişler kolay mı... Zevkle dinledim. Ayrıca Şili halkı ve seyahat güzergahım üzerinde inanılmaz yararlı tavsiyelerde bulundular. Böyle keyifli insanları tanımak seyahatin hiç şüphesiz en keyifli yanlarından birisi.

Evlerine ve özellikle bahçelerine hayran kaldım. Evimi aynı şekilde dizayn etmek istersem telif hakkı istemeyeceklerini söyleyerek fotoğraf çekmeme izin verdiler. Şehir hayatını onlara tam anlatamadım galiba. :)




Yarın sabah erkenden Litueche'ye doğru yola çıkıyorum. Bu kadar sahil yeter, şimdi biraz otobana çıkıp hızlanma lazım.

Valparaiso-Algarrobo

Nihayet ön çantanın takılması ve arta tekerdeki sorunun halledilmesinden sonra Cuma günü yola koyuluyorum. Öğlen saatine kalmiş olsam da havanın kapalı olması keyfimi yerine getiriyor. Bir an önce uzaklaşmak istiyordum artık şehirden. Bisikletle seyahat ederken şehirde olmanin hoşa gidecek yanı yok. Trafik, kalabalık vs. ağır ve manevra kabiliyeti düşük bisikletimle resmen eziyet çekiyorum.

O yokuşu nasıl çıkacağım bu günün zorlu sorusu. Şehir 500 metre yükseklikteki tepe ile okyanus arasına kurulmuş ve o tepeyi çıkmaktan başka seçenek yok. Yüküm daha da ağır artık. Çıkmaya çıkılır da sonrasındaki 60 km düşündürüyor o zaman da. Bu durumda alternatif çözümler arama durumundayım.  Asansör sistemi var şehrin çeşitli yerlerinden ama çıkardığı yerler genellikle mahalle arası, ordan otobana bağlanmak ayrı bir sorun. Ayrıca tehlikeli olabilecek muhitler.



Asansör seçeneğini es geçip şansımı otostoptan yana kullanmayı seçtim.  Şehir içinde 15 dakikalık bir yolculukla otoban girişine yakı bir benzinlikte soteye yatıp 15 dakika içinde araç bulamazsam yokuşu tırmanmaya karar verdim.  Derken bir pickup benzinlige yanaştı.  Aracı kullanan ablamıza doğru seyrettim.  Yaklaşırken arka koltuktaki çocuğu görünce nedense cevap olumsuz olur diye düşündüm bir an. Derdimi anlattım ablamız. "Tabi ne demek" tadında bişeyler mırıldandı ve ben kararını değiştirmeden bisiklete doğru koştum. Çantaları söküp teker teker yerleştirdim kasaya,  bisikleti yerleştirip ben de bisikletin yanına bitecektim ki abla yasak burda, kasaya binemezsin dedi. Yan koltuğa oturdum ve  teşekkür ettim tekrar. Ablamızın  adı Ana, çocuğun adı da Vicente. Ablamız bi dünya soru soruyor, bir yandan ona cevap verirken Vicente'ye şebeklik yapıyorum.  Algarrobo'ya gittiğimi söyleyince Pablo Neruda'nın Isla Negra'daki evinin Algarrobo'ya çok yakın oldugunu ve kesinlikle görmem gerektigini söyledi. Santiago ve Valparaiso'dan sonra üçüncü eviymiş.  Not alıyorum hemen. Ana şiir aşığıy mış meğer.  Yolda bana Pablo Neruda'dan birkaç şiir okudu. Ben de Nazım Hikmet'le yakın arkadaş olduklarını ve hatta Nazım Hikmet'e adadığı iki şiiri olduğunu söyledim. Birini patlattım akabinde. İnternetten okuyorum tabi :) bu şiirin tercümesi bulamadım,  her iki şaire olan saygımdan tercüme etmeye kalkışmıyorum :)

Aquí viene Nazım Hikmet

Tırmanış bittikten sonra otoban kenarında indim. Çantaları yükleyip yola koyuldum. Şehir ne kadar zorsa otoban da o kadar sıkıcı.  Sürekli rüzgarıyla seni sallayan tırlar ve asfalt sıcağı.

Yaklaşık 30 km bu şekilde gidiyorum. Acıktığım hissediyorum, yanımdaki çikolatayı götürüyorum ama bir saat içinde birşeyler yemem lazım.
Otoban çıkışında birşeyler bulabileceğini düşünüyorum ve öyle de oluyor. Bugün ilk defa kamp ocağını denemeyi planlıyorum.  Bakkaldan malzemeleri alıp yola koyuluyorum. Bu defa yol çok keyifli. Az sayıda araç var, düz ve bol ağaçlı.  Daha ne isterim ki. 


Bir süre devam ettikten sonra uygun bir yer bulup öğle yemeği işine girişiyorum. Yemek dediyse de bildiğin makarna. Öğrenci evi işi hani. Haşla, süz, tuz, ketçap tamam. Ama nedense yediğim en lezzetli makarnaları biriydi.


Daha sonra 30 km daha devam ediyorum ki yolun son 10 km'lik kısmında harika bir iniş parkurunun tadını çıkarıyorum. Algarrobo'daki planım  Viña del Mar'daki arkadaşım Francisco'nu  yazlık evinde kalmak. Önce siteyi sonra sitenin güvenliğinden sorumlu Don Ernesto abimizi buluyorum. Önce kızgın bir tonda birşeyler söylüyor bana. Ne dediğini zerre anlamıyorum. Yavaş yavas, tane tane konuş anlamıyorum abim minvalde birşeyler söylemeye çalışıyorum. Vitesi küçültüp tekrar konuşuyor.  Gün diyor, anahtar diyor falan ama anlamıyorum yine. Boş yüz ifadesiyle bakınca vitesi boşa alıp tarzancaya dönüyor.  Heceleye heceleye anlatıyor, bu defa anlıyorum.  Dün bekliyormuş beni, Francisco öyle demiş.   hayırdır noldu falan diyor. Neyse aldım anahtarı eve geçtim. 

Elektriği ve suyu açıyorum. Çay kahve neyin içeyim diyorum şu ısıtacak birşey yok. Benim ocak yetişiyor imdadıma.  

Yazlıkları  garip bir havası vardır bilirsiniz. Beni hep farklı hissettirmiştir. Genellikle insanlar eski eşyalarını getirdiğinden veya uzunca süre eşya yenilemediklerinden bir anda 20 yıl öncesine dönersiniz. Yazlıklarda ev ciddiyeti yoktur, sıcaklığı da. Ama her yerde eğlenceyi çağrıştıran şeyler, tavla, oyun kağıtları baş köşenin sahiplanıdır hep. İşte böyle bir yazlıkta kalıyorum bu gece.

Hava pek de yaz havası değil ama. Üşüyorum biraz. Aslında yapacağım tek şey güzel bir uyku çekip yarın erkenden yola çıkmak. Ben güzel bir çay eşliğinde biraz kitap okuyorum önce,  sonra bu satırları yazıyorum.



Bu ev bana birşeyler anımsatıyor ki ne olduğunu çıkarıp ortaya koyamıyorum bir türlü.  Nedense bu evi saatlerce anlatmak istiyorum. Neyse,

Bu gece burda kalıp yarın sabah erkenden San Antonio'ya doğru yola çıkacağım. 

Viña del Mar-Valparaiso

Birinci günkü kısa ama zorlu yolculuğun ardından ikinci günümde otobada yaklasik 100 km yol alıyorum. Günün sonunda hala enerjim var. Bu beklediğimden daha iyi bir üst sınır olduğu için  moral veriyor bana. Yaklaşık 1 aydır yolda olmama rağmen ilk defa deniz kıyısında olmak da ayrıca keyifli. 400 metrelik dik bir inişin sonunda dev dalgalarıyla birlikte cıvıl cıvıl bir sahil kenti karşılıyor beni.



Viña del Mar Pasifik Okyanusu kenarında harika bir şehir. Fok baliklari ve Pelikanlarla dolu kayaliklari görülmeye değer. Dev dalgalarla birlikte sörf tahtasini alan sahile koşuyor tabi. Ben de kıyıdan fotoğraf çekerek zevklerine ortak olmaya çalıştım.



Santiago'dan  Adolfo bir gün önce otobüsle gelen arkadaşım Adolfo ile birlikte Francisco'ya misafir olduk. Francisco ulkenin güneyiyle ilgili o kadar degerli bilgiler verdi ki tek tek not aldim hepsini. Seyahatim sürecinde şimdiye kadar dinlediğim tavsiyeler gerçekten harika sonuçlar verdi. Ben de bunu dikkate alarak daha bir önem verir oldum bu tavsiyelere.



Vina del mar ve 25 km nesafedeki diğer şehir Valparaiso'dan son eksiklerimi tamamlamayı hedefliyorum. Ayrıca 2 günlük yolculuktan sonra biraz dinlenmeyi planlıyorum. Viña del Mar'da ihtiyaç duyduğum bisiklet ve kamp malzemelerini bulamayınca ümidimi Valparaiso'ya sakaldım bir de. Viña del Mar sahillerini 2 günde arşınlayıp bitirdikten sonra sahildeki güzel bir yoldan Valparaiso'ya varıyorum.


Valparaíso'da sokaklar kalabalık... saticilar, arabalar, herşey İstanbul'u hatırlatmaya çalışıyordu bana sanki. Şehirde bisikletcileri de kalacağım hosteli de bulana kadar akla karayı seçtim.

Valparaiso'da hostelde 6 kişilik odada kaldım.  Odadaki 3 kişiden diğer ikisi bir fransiz çift.  Tıp ögrenimlerini bitirmiş çalışmaya başlamadan 6 aylık Güney Amerika türü yapalım demişler. Onlar turu yarılamışlar bile. Özellikle Patagonia ile ilgili çok değerli bilgiler alıyorum onlardan.

İhtiyaç duyduğum ön çantalarını bir türlü bulamıyorum. Bir de arka tekerde bir sorun çıkıyor.  İstediğim çantanın gelmesi ve bisiklet tamiri sebebiyle 2 gün de Valparaiso'da kalmam gerekiyor. Çok kıymetli birşey daha öğreniyorum böylece.  Aksilikler çıksa da karşına sinirlenip gününü mahvedeceğine durumu kabullenip günün tadını çıkarmak en doğrusu.  Ben de öyle yapıp şehrin biraz da tadını çıkarıyorum.

Yeterince dinlenmiş olduğuma göre sağlam bir etaba hazırım diyor ve Pichilemu'ya kadar sürecek 4 günlük aralıksız bir yolculuğa çıkıyorum.

Santiago-Viña del mar

Bugün bisiklet yolculuğumun ilk günüydü.  Santiago'dan başlayıp 2 gün sonra batıdaki okyanus şehri Viña del Mar'da olmak için çıktım yola. İlk gün 50 km'lik bir mesafe hedefledim,  500 metrelik tırmanış biraz yorduysa da ilk gün beklediğimden daha rahat geçti.


Bisiklet tercihim konusunda soru işaretleri ile dolu zihnim. Santiago'da 4 gün tüm bisikletcileri dolaştım ancak bu tarz seyahatler için tasarlanmış tur bisikletlerinden bulamadım. Tur bisikletleri dayanıklılıklariyla biliniyor. Tank gibiler yani, farklı yol şartlarında dahi sorunsuz tamamlanmasını sağlıyorlar. Bulabildiğim seçenekler ise trekking ve dağ bisikletleriydi. Trekking bisikletleri asfaltta hızlıyken bozuk yollarda performansı çok yetersiz. Bir de 20-25 kg ilave yük ile düşününce kocaman bir soru işareti.  Dağ bisikletleri bozuk yollar için ideal olmakla birlikte  asfaltta çok yavaş ve ergonomileri çok kötü. Tur bisikleti seçenek dahilinde olmadığından ben tercihimi Trekking'den yana kullandım. Umarım güneydeki bozuk yollarda bu kararından pişman olmam.



Sabah ilk etapta biraz sorunlu başladım.  GPS programı beni doğrudan otobana yönlendirdi ve otoban girişindeki görevliler girmeme izin vermedi. Geriye dönüp uzun yoldan devam etmek zorunda kaldım.  Bu bana biraz zaman kaybettirdiyse de daha ilerden tekrar otobana bağlanabildim ve keyfim yerine geldi.

Artik hazirdim. Pedallarken zihnimin de özgürlürüne kavusabilmesi için tüm şartlar oluşmuştu. Otoban kenarinda, günün ilk ışıklarıyla kendimi yolun akışına bıraktım. Bisiklet yolculuğumun ilk günü için başından beri hayal ettiğim özel birşey vardı. Ilk dinleyecegim şarkı Buena Vista Social Club-Chan Chan olacaktı. Bu şarkıyı daha önce dinlediğimde yolda olduğumu hayal etmiştim hep. Otobana bağlandıktan sonra kulaklığımı taktım.

Tam bu sırada otobanda kenarında yürümekte olan insanlar çıkmaya başladı karşıma. Arkadaşımın anlattığını hatırladım sonra. Her yıl bu tarihte küçük bir hac gibi bir gelenekleri varmış. Santiago'dan yola çıkarak Valparaiso yakınlarındaki bir köyde dini bir festivale yayan gidiyorlarmış. Yaklasik 90 km yolu 3-4 günde sirtlarinda çadırları ve uyku tulumlariyla yuruyorlar. Bu insanlar genellikle birşey için dua ederlerken adak adarlanmış. Dileğim yerine gelirse seneye Lo Vasquez'e yürüyerek gideceğim diye.


Hayalini kurduğum yolda, en çok sevdiğim müziği dinlerken başları önlerinde mağrur yürüyen bu insanları görunce belki de hayatımda ilk defa mutluluktan ağladım. Ya da belki de rüzgardan gözlerim sulandı ne bileyim..



30 km mesafeyi tamamladıktan sonra yaklaşık 7-8 km'lik toplam 500m yükselişe sahip kısma geldim. İnsanların spor amaçlı, dağ bisilletleriyle tırmanıp sonra hızla indiklerini gördükçe biraz gözüm korkuyla da dilim dışarıda pedallamaya devam ettim. Yük beni ne kadar zorlasa da bisiklet hakkını verdi ve dağ bisikletini göre çok daha rahat çıkabilirim.  İnişin toprak ve bozuk bir  yol olması sebebiyle sürekli yavaş gitmek zorunda kaldım.  Sonraki düzlükle birlikte karşıma çıkan köye uğrayıp yiyecek bişeyler alıp kamp için  doldurdum. Koyun biraz dışında uygun bir kamp yeri buldum ve havanın kararmasına yakın çadırımı kurdum. Güzel bir uyku beni bekliyor.

Özgürüm,  mutluyum...



Santiago

Santiago-Şili

And dağlarının diğer yakasına uzanma vakti geldi. And dağlarına ve dünyaya sırtını dönmüş gibi duran Şili bisiklet yolculuğunun önemli bir kısmında karış karış gezeceğim bir ülke olacak. Kuzeyden güneye ince uzun uzanan bu ülkenin adı da İspanyolca'da biber anlamına geliyor zaten. Adamlar maç yapsa top ya denize ya da dağlara kaçıyor o derece inceler yani.


Mendoza'dan Santiago'ya geçişte And dağlarıni aşıyorsunuz. Sınır 3.200 metre yükseklikte. Tabi ki sınırın her iki tarafında da dağ manzarası inanılmazdı. Otobüs camından çektiğim fotoğraflar bu guzelligi anlatmak icin yeterli degil ama birkac tanesini paylasmak istiyorum.

Yolculuğun 6 saat sürmesi öngörülüyor, ancak gümrükte o kadar didiklediler ki çantaları teyzeler beklemekten kafayı siyirip söylenmeye başladılar "yazık o kadar uğraştılar bişey bulsalar bari" diye. 4 saat bekledikten sonra toplam 9 saatte vardık Santiago'ya.


Daha önce İstanbul'da ağırladığım değerli arkadaşım Adolfo'da kaldım 5 gün boyunca.



Santiago'ya pek gezebildigimi söyleyemem.  Vaktimin tamamına yakınını uygun bir  bisiklet bulmak için harcadım. Yine de birkaç konu var bahsetmek istediğim.

Şili'nin yakın tarihi mesela. 1973 yılındaki darbede tamamına yakını sol görüşlü ve iktidardaki Salvador Allande'yi destekleyen 30 bin civarında kişinin öldürüldüğü düşünülüyor.  Bu insanların birçoğunun mezarı dahi yok. Bazı anneler hala çölde çocuklarınin kemiklerini arıyor.  Binlerce çocuk annelerinden zorla alınıp evlatlık verilmiş.

Salvador Allande seçimle iktidara gelen tek Marksist devlet başkanı olup Amerika Birleşik Devletleri destekli antikomunist bir darbeyle görevini bırakmak zorunda kalmıştır.  Başkanlık sarayının önüne gelen askerlere teslim olmayarak intihar etmiştir.  Onurunu iade amaçlı aşağıdaki heykel başkanlık sarayının önünde yer almaktadır.


Şili'ye gelip Pablo Neruda'dan bahsetmeden olmaz tabi. Nobel ödüllü şair bu kıtanın en önemli edebiyatcilarindan birisi. Daha çok aşk şiirleriyle tanınıyor. Bir diğer özelliği ise Nazım Hikmet'in yakın arkadaşı olması.  Nazım hikmet'in ölümü üzerine de ona bir şiirle veda etmiştir. 


Neden öldün Nâzım? Senin türkülerinden yoksun ne yapacağız şimdi? 
Senin bizi karşılarkenki gülümseyişin gibi bir pınar 
bulabilecek miyiz bir daha? 
Senin gururundan, sert sevecenliğinden yoksun 
ne yapacağız? 
Bakışın gibi bir bakışı nereden bulmalı, 
ateşle suyun birleştiği 
Gerçeğe çağıran, acıyla ve gözüpek bir sevinçle dolu? 
Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler 
kazandırdın bana 
Denizden esen acı rüzgâr katsaydı önüne onları 
Bulutlar gibi, yaprak gibi uçarlar 
Düşerlerdi orada, uzakta. 
Yaşarken kendine seçtiğin 
Ve ölüm sonrasında seni kucaklayan toprağa. 

Sana Şili'nin kış krizantemlerinden bir demet 
sunuyorum 
Ve soğuk ay ışığını güney denizleri üzerinde parıldayan 
Halkların kavgasını ve kavgamı benim 
Ve boğuk uğultusunu acılı davulların, kendi yurdundan... 
Kardeşim benim, adanmış asker, dünyada nasıl da 
yalnızım sensiz. 
Senin çiçek açmış bir kiraz ağacına benzeyen 
yüzünden yoksun 
dostluğumuzdan, bana ekmek olan, 
rahmet gibi susuzluğumu gideren ve kanıma güç katan 
Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle 
Kuyu gibi kapkara zindanlardan 
Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları 
Ellerinde izi vardı eziyetlerin 
Hınç oklarını aradım gözlerinde 
Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin 
Yaralar ve ışıklar içinde. 

Şimdi ben ne yapayım? Nasıl tanımlanır 
Senin her yerden derlediğin çiçekler olmaksızın bu dünya 
Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın, 
Senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun? 
Teşekkürler, böyle olduğun için! 
Teşekkürler o ateş için 
Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca

Ayrıca Plaza Mustafa Kemal Atatürk olarak anılan parktaki Atatürk anıtını görmek de gurur vericiydi. Yazılı kısım ise benim şimdiye kadar okuduğum en güzel Atatürk tasviriydi.


"Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, vatanının özverili ve sadık hizmetçisi, benzersiz kahraman, insanlık idealini yaşayan sembolü. Tüm yaşamını Türk Milleti'ne adamış ve ruhundaki ateşle halkına ilham vermiştir. Hatırası, sönmez bir meşale gibi halkın tutkusunu sürdürmek için sürekli varolacaktir."


Uzun uğraşlardan sonra bisikletimi seçtim. Bu seyahatin doğasına uygun dayanıklılıkta bir bisiklet olduğu şüpheli, ama yine de seçeneklerin içinde en mantıklısıyedi. İste yol arkadasim.


Mendoza

Mendoza

Córdoba'dan 9 saatlik bir yolculuktan sonra ulaştım Mendoza'ya. Bu defa klimalara karsi tedbirliydim. Güzel bir uyku cektipten sonra dinç bir şekilde başladım güne.


Mendoza dendiğine herkesin aklına tek şey geliyor. Arjantin'in hatta Güney Amerika'nin en güzel şaraplarının üretildiği yerlerden biri. Şehrin dört bir yanı bağlarla çevrili.  Yeşilin bittiği yerde dağlar başlıyor.  Bu dağlar meşhur And Dağları. Tüm Güney Amerika'ya dikine kesen bu dağ sırası Arjantin ile Şili arasındaki sınırı oluşturuyor. Şarap bağlarını görüp şarap tadımı yapabileceğiniz bisiklet turları var. Yazının son kısmında detaylı ve ballandıra ballandıra anlatacağım.


Terminalde Couchsurfing'den arkadaşım Federico karşıladı beni. Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim Arjantin'lilerin ne kadar misafirperver olduklarından.  Kendi evimde gibi hissettim, annesi, babaannesi ve hatta 2. 3. Derece arabalarıyla tanıştım. Sicakkanliliklari görülmeye değerdi.

Türkiye ve Türk dizeleriyle yine gündemdeydi. Bir de burda Türkiye'deki dans yarışmalarına benzer bir yarışma var ve bir türk katılmış.  Artık adını o kadar çok duydum ki bahsetmeden edemiyecegim. Galiba Binbir gecede rol almış. Adı Ergün Demir. Herkes bu adamı soruyor bana. Turkiye'de  meşhur olmadığını söyleyince de şaşırıyorlar. Ey marketing , sen nelere kadirsin.



İkinci gün Federico ve arkadaşlarıyla asado yapmaya karar veriyoruz. Dağlara doğru gideceğiz diyorlar. Yani her aşamasında farkli birsey olacak mı diye bekliyorum ama yok, bildiğin mangal. Sadece mangal başı rastladı.  Şeklimiz var yani.



Dünyaları yedikten sonra trekking yapıyoruz. And dağları çoğu yerde bir anda yükselmeye başlıyor. Şili'den başlayacak ve Patagonya'ya doğru devam edecek bisiklet yolculuğumun önemli bir kısmı And Dağları solumda, Büyük Okyanus sağımda olarak gerçekleşecek. Bazen okyanusa bazen dağlara yaklaşacağım. Mendoza And Daglarını ilk defa gördüğüm yerdi. yolculuğumun önemli bir parçası olacak, bana arkadaşlık edecekler.


Sonraki gün artık Mendoza şaraplarının iklimine gireyim dedim. Şarap turu dendiğinde aklınızda ne canlanıyor bilmiyorum ama çoğu insan daha farklı olmasını beklediğini söyledi.  Aslında sadece bisiklet kiralıyorsunuz, elinize bağlarin yerini gösteren bir harita veriyorlar ve tek başınıza bisikletle gezip şarap tadıyorsunuz. Bu konsept benim daha çok hoşuma gitti. Tadım dediysek de öyle Bozcaada gibi dilinizi islatacak kadar değil,  resmen her şaraptan bir kadeh. Sonrasında lastikler sekiz çiziyor haliyle.

      

Tura katılanlara farklı lokasyonlarda tekrar tekrar karşılaşıp kafanın da güzel olmasıyla kankaya bağlıyorsunuz.

                                

Günün sonunda tüm ekiple birlikte tur şirketi sahibinin arka bahçesinde asado.


Mendoza'dan 6 saat sürmesi öngörülen bir yolculukla And dağlarını geçip Santiago'ya varacağım. Bisikletimi alıp yola koyulmayı heyecanla bekliyorum.

Córdoba

Córdoba



Córdoba yolculuğumdaki 4. Şehir. Rosario'dan 6 saatlik bir gece yolculuğundan sonra ulaştım şehre. Pek rahat bir yolculuk oldugu soylenemez. Nedendir bilinmez bu kıtaları tüm otobüslerde geceleri sonuna kadar açıyorlar klimayı. Otobüse ellerinde battaniyeyle binen adamları görünce olayın ciddiyetini anlamalıydım aslinda. Çantamdaki kıyafetlerle muhtelif yerlerimi örterek üşüye üşüye az da olsa uyumayı başarabilirim. Ve nihayet Córdoba'dayım.



Sabah Pablo ve Gloria terminalde son derece sicak bir sekilde karsiladilar beni. Sonrasında biraz şehri turladiktan sonra doğaya doğru uzandık.  Her ne kadar arka koltukta uyuyakalsam da  keyifli bir yolculuktan sonra inanılmaz güzellikte bir nehir kenarında matemizi içmek için mola verdik. Yol için planlarımı anlattım. Tavsiyelerini dinledim. Tüm kıtayı çok iyi bildiklerinden benim için çok aydınlatıcı oldu.



Sonraki gün şehir merkezindeydik. Córdoba çok dindar bir şehir. O kadar çok kilise var ki aynı sokakta iki tane gördüğüm oldu. 17. YY'da Jesuit'lerim Guney Amerika'daki merkezi haline gelmis ve tum misyonerlik faaliyetleri buradan yürütülmeye başlanmış. Kiliselerden en büyük ve güzel olan 5 tanesini gezdikten sonra şehri turlamaya devam ettik.


Hristiyanlık kitadaki politik gücün yerleşmesine önemli ölçüde aracılık etmis. Yukaridaki kilsede İsa figürünün arkasındaki melek yerlilerin kıyafetleriyle tasvir edilmiş.


Cabildo 16.yy itibariyle İspanyolları yönetim faaliyetlerini sürdürdüğü yer. Ayrıca Latin Amerika'nin ilk üniversitesi de 16.yy'da bu şehirde kurulmuş.



1976 yılında Arjantin'de gerçekleşen darbe sonrasında 30.000 insan ortadan kaybolmuş.  Birçoğunun işkence görerek öldürüldüğü söyleniyor.  Córdoba'da da diğer şehirlerde olduğu gibi sistem için tehdit olduğu düşünülen insanları topladıkları bir merkez bulunmakta. Şimdi bu binanın duvarında darbe yıllarında burada kalanların isimleriyle oluşturulmuş parmak izleri görülüyor. 

3 gün kaldıktan sonra Mendoza otobüsüne binip Cordoba'dan ayrılıyorum.  9 saatlik bir yolculuk beni bekliyor. Ama bu defa soğuğa karşı hazırlıklıyım.

Rosario



Rosario yolculuğumun üçüncü şehri. Buenos Aires'ten yaklaşık 300 km uzaklıkta. Ben trenle giderek 6,5 saat sürecek yolculukta yolun tadını çıkarmak istedim. Uzun süredir hasret kaldığım, gözalabildigince uzanan yemyeşil düzlüklerden sonra, günbatımında doğru binbir renk doldu  içeri. Trenin otobusten veya diger tasitlardan farki doğayla daha bir baş başa olmasi sanirim. Yandan geçen araçlar veya yol kenarına yanaşmiş evler yok. Arada sırada bir istasyon, o kadar...



Tren istasyonunda arkadaşım Gustavo karşıladi beni. Biraz lafladiktan sonra her hafta Rasario'daki üyelerin ve misafirlerin katıldığı Couchsurfing asado partisine doğru yola çıktik. Asado Arjantin'e geldiğinizde ilk öğrendiğiniz kelimelerden biri oluyor. Bildiğiniz mangal partisi aslinda. Memlekette et fiyatları Türkiye'nin yarısı kadar. Lezzeti ise açık ara önde.  İnsanlar asado icin firsat kolluyor denebilir. Bu kelimenin birinin agzindan çıkması hazırlıkların başlamasına yetiyor.



Ertesi gün Gustavo'yla şehri geziyoruz. Önce Che'nin anıtını. Rosario Che'nin doğduğu ve motosikletiyle yola çıkana kadar yaşadigi şehir. Doğduğu ev şu an kullanılmakta olduğundan müzeye dönüştürülmemiş, önünden geçip gidiyoruz.



Che'nin yazdığı tarih hepimizi biraz farklı bir yerimizden vurur. Kahramanlık hikayeleri hep romantiktir, ama Che'de bizleri daha farklı etkilenmesin bir nedeni olmalı.  Ben kendimce buna bir cevap buldum. Modern çağın diğer kahramanları içinde bulunduğu şartların yoğurduğu karakterler. Che ise bu şartlari kendi arayip buldu. Ghandi sömürülen bir ülkenin avukatıydı ve yaşanan zulmü iliklerine hissederek yetişti. Atatürk dejenerasyon son dönemini yaşayan bir imparatorluğun kalbinde, yozlaşmayı ve çöküşü derinden hissederek yetişip bir ülkenin kahramanı oldu. Bizim Atatürk veya Ghandi ile empati kurmamız çok güç.  Che Guevara'nın öyküsü ise çok daha yakin, çok daha hayatımıza dokunan bir yerde. Hala izlemeyen varsa "The Motorcycle Diaries".


Rosario Arjantin'in üçüncü büyük şehri. Rio de Paraná kenarında huzurlu bir kent. İnsanları güneşi görünce nehrin kenarına akın edip güneşlenmek tercih ediyor. Biz de Gustavo ile güneşin tadını çıkarıp bol bol fotoğraf çekiyoruz.



Rosario da görülmeye değer yerlerden biri Monumento de Bandera (bayrak anıtı). Devasa anıtıñ teras katı balkonunda enfes bir şehir manzarasi var. Bir de önündeki meşaleyle esprili fotoğraflar çekebilirsiniz :)

 






Bir de şehrin karşı taraftaki Viktoria sehriyle bağlanmasına vesile olmuş 4.100 m uzunluğundaki Puente Victoria (Victoria Koprüsü) var ki 2003 yılında tamamlanarak 5-6 saatlik mesafeyi 15 dakikaya indirmiş.  Geceleri karşı tarafın karanligi ve nehrin sessizliği ile birleşince, karanlığa doğru uzanan bu ışık hüzmesini saatlerce seyredip düşüncelere dalmak istiyorsunuz.  



Ve Rosario'daki arkadaşım, günün kahramanı Gustavo. Bana ayırdığı kıymetli zamanı için ne kadar teşekkür etsem az.