Düşünceler-Cohaique

Önümde ince uzun Şili haritası açık. Carretera Austral (güney otoyolu) üzerinde Cohaique isimli bir şehirdeyim. Seyahatimin gelecek birkaç haftasını planlıyorum.


Şehrin merkezinde, şehrin kalbi gibi bir park burası. Tüm hareketi, ritmi buradaki heyecan belirliyor, herkes kan damlacıkları gibi buraya uğruyor mutlaka başka bir yere gitmeden önce. Parkın güney kısmındaki küçük havuzda serinleyip çığlık çığlığa oyunlar oynayan çocukların cıvıltıları yavaş yavaş yerini akşam serinliğinde bırakırken diğer köşedeki patlamış mısır standından gelen kokular yavaş yavaş evlerine çekilmekte olan insanları yolundan alıkoyuyor. Her haliyle ben küçük ama çok mutlu bir şehirim diyor Cohaique.

Bense parkın bir köşesinde ayak parmaklarimin arasindaki çimenlerle küçük oyunlar oynarken bir yandan da önümdeki haritaya küçük çizikler atıyor birkaç gün içinde olacakları öngörmeye çalışıyorum. Kaç km gidip, nerde kalacağım,  hava hangi gün nasıl olacak, rüzgar var mı... sonra bir ara dikkatimi haritadan insan kalabalığına kaydırıp düşüncelere dalıyorum. Doğduğum, büyüdüğüm yerden yaklaşık 20.000 km uzaktayım ve 2,5 aydır yollardayım. İşin en güzel yanı ise bir sonraki şehri, hatta ülkeyi belirleyecek paşa gönlümden başka bir merci yok. Özgürlük duygusunu çok derin hissettiğim bir an bu. Gözümü kapayıp taze bir akşam serinliğini yüzüme dokunuşunu tadını çıkara çıkara hissediyorum.

Hani derler ya anglo saxon kardeşlerimiz piknik değil bu diye. Bazen işler çok da yolunda gitmiyor. Çok dik bir yokuş,  beklenmeyen ani bir rüzgar veya sağanak bir yağmur... hatta bazen ikisi birden. Uygun bir  kamp yeri bulamama, kaybolan eşyalar,  köydeki tek bakkalın kapanmış olması... saatlerce gitmekle bir türlü bitmeyen yollar, bacaklarda dermansizlığa rağmen devam etmek zorunda olmak...

Böyle zorlu anlarda binbir soruyla dolan zihnim olumsuzluklar arasında kaybolmaya meyleder kimi zaman. Yokuşlar büyür gözümde, rüzgar hoyratlaşır. Çağıltılarını duyduğum ferahlatıcı nehirler ağaçları da alıp gider, yerini kumlara, tozları  bırakır. Güneş yakar bazen. Sağlam yakar ama, nefesin bile sıcak. Nefes almak istemezsin

Villa Cerro Castillo
Sonra nerden gelir bilinmez olağandışı bir his gelip tüm bedenimde gezinip durur. Sanki bedenimdeki tüm enerji damlalarının uyandırıp beni kendime getirir. Fiziksel dertlerle meşgul olmaktan azat olmuş zihnim işte o zaman sonsuz bir mutlulukla dolar. O zaman esen rüzgara karşı kollarımı açarım bir kartal gibi, ya da yağmurun tadını çıkarırım çocuklar gibi.

Yol az biraz monotonlastığı zaman ise derin  düşünceler sahne almaya başlar. Öyle alelade değil ama. Yolumuz uzun, derin derin düşünülür. Saatlerce sürecek bir maraton bu. Konu konuyu açar,  zihnim olmadık yerdeki en küçük ayrıntıları bulup gündeme almak ister. Bazen üzerinde layıkıyla düşünülmemiş bir mefhum, kimi zaman da yaşanmışlıklar... En çok da özensiz yaşanmış zamanlar, mesai yorgunluğuna feda edilmiş anlar, söylenmemiş sözler... Kendimi kimi zaman yaşanmış bir tartışmanın veya tartışılamamış bir anın en hararetli noktasında bulur, en çok da kendimi analiz eder ve çoğunlukla haksız bulurum. Yanlış üzerinde bu kadar inatla duruşumu anlamaya çalışırım ama anlayamam.

Ben bisiklet üzerindeki bu bol düşünceli anların bir nevi rüya olduğuna inandım. Hani zihin uykudayken günlük bilgileri derler toplar uygun yere yerleştirir derler ya bilim insanları,  ben de sanki her pedalda birşeylerin yerini değiştiriyor,  derliyor topluyorum. Ya da bi camı açıp havalandırıyorum en azından. Diğer bisikletçi arkadaşlara soruyorum sizler ne düşünüyorsunuz bitmek bilmeyen yolculukta diye. Aynı, hep aynı.  Benziyoruz birbirimize.

Demek istediğim kendi dünyana bir yolculuk bu. Keşfettiğin şeyler fotoğrafını çekebildiklerin değil hiçbir zaman. Aldığın yolu ölçmek için anlamlı bir ölçü bulmak zor.  Yazmaksa biraz daha anlamlı kılıyor yaşananları.  Bazen düşünüyorum niye yazdığımı.  Benim için mi? Arkadaşlar okusun diye mi yoksa?

Sonra farkediyorum aslında 40 yıl sonra 70'li yaşlardaki bir çocuk okusun diye yazdığımı. Hatırlasın diye hayat nehrinin akarken aşındırdığı taşları...

Parque Pumallin-Chaiten

Chillan-Los Angeles-Temuco


Otobandaki bu yaklaşık 400 km'lik kısmın yolculuğumun en sıkıcı kısmı olacağı belliydi. Yolun monotonlaşması, sürekli motorlu araç gürültüsü ve rüzgar bu bölümün zorlu yanları. İyi tarafı ise asıl heyecanı içinde barındıran Carratera Austral ve Patagonya'ya ulaşmak adına çok hızlı yol almış olacağım. Bu kısmı otobüsle geçmemi tavsiye edenler oldu. Ben Couchsurfing ve warmshowers davetlerine de dikkate alarak bu güzel insanlarla tanıyabilme,  hem de otobandaki sınırlarımı görebilmek adına pedallamaya karar verdim.


Yaklaşık 130 km sonrasında Chillán'a ulaşıyorum. . Burada bir gün dinlenmeyi ve şehrin tadını çıkarmayı amaçlıyorum. Couchsurfing'den arkadaşım Javier'de kalıyorum.  Javier hayati dolu dolu yasayan çok renkli biri. Yemek yapma konusundaki yeteneği ve hayranlığından özellikle bahsetmek istiyorum. Ben yemek yapmayı bu kadar seven birini görmemiştim daha önce. Her gün öğle yemeğinde evine gelip yemek yapıyor, hatta arkadaşlarını davet ediyor. Yaptığı yemekleri yediğimde gerçekten bayıldım.  Yemek pişirme konusuna bakış açımı değiştirdi.


Javier Türk mutfağından yemek tarifi istiyor benden. Yapmayi bildiğim pek bir yemek çeşidi olmadığından internetten araştırıyorum biraz. Yapmayı değil ama yemeyi sevdiğim mücver tarifini veriyor sonra şehri gezmeye çıkıyorum. Christmas öncesi olduğundan şehirde herkeste bir alışveriş çılgınlığı var. Ana caddelerde insan seli, sistemin kendilerine biçtiği tüketim görevin yerine getirmek adına elinden geleni yapıyordu.  Ben de fotoğraf çekiyorum bol bol.



Ertesi gün Los Angeles için yola çıkıyorum.  120 km var bu defa önümde. Rüzgarın da etkisiyle iyice yoruluyorum. Gün batımına dogru Couchsurfing'den arkadasim Jaime'yle buluşuyorum.  Jaime'nin uzun soluklu bir projesi var. A'dan Z'ye kendisinin tasarladığı bir hostel projesi bu. Şimdilik iki tane dome var ama gelecekte sayısı artacak. Hayal kurup peşinden koşabilen güzel insan. İlham kaynağı oldun, varol!  Bu domelardan birinde kalacağım bir gece.



Bugün Christmas. Jaime ailesiyle yemeğe gidiyor ve ben müsadere isteyerek günün yorgunluğunu atmak için gün batmadan hemen uykuya dalıyorum.  Gece saat 1 gibi birkaç arkadaşıyla birlikte geri gelip ve asado hazırlıklarına başlıyor. Jaime charango ve gitarını da getirmiş.  Geleneksel bazı parçaları çalıyor önce, sonra tanıdık birşeyler.

Keyifli geçen geceyi sabahın 6'sinda güneş doğmadan hemen önce esnemekten eşliğinde sonlandırıyoruz. 3 saat daha uyuduktan sonra hazırlıklarını tamamlayıp saat 10:00 gibi yola çıkıyorum.

Önümde 160 km'lik bir yol var. Temuco'da warmshowers'tan arkadaşlara bugün geleceğimi söyledim ama 160 km zor olacak gibiydi. Rüzgarın neredeyse hiç olmaması işimi biraz kolaylaştırıyor.  Yine de biter mi bu yol? Akşam saat 10'a doğru azalarak bitiyor, benden önce bitiyor iyi ki.

Ben kendimi eve attığımda bitiyorum. Oturduğum koltuktan kaldıramıyorlar beni. Duş almak ister misin diyorlar sonra diyorum. Gel odanı gösterelim diyorlar istemiyorum işte diyorum. Omzumu silkiyorum inceden. Sonra yemek yiyelim birşeyler hazırladık diyorlar. Sihirli kelimeyi duyunca koltuktan fırlayıp mutfağa koşuyorum. Carla yengeç ve diğer birsürü deniz mahsulleri öyle bir makarna hazırlamış ki tadı zihnime kazınıyor.  Gözümü kapatınca hemen hatırlıyorum, evet arada yapıyorum bunu.


Carla ve Juan Temuco'nun biraz dışında Olivia ve Miguel adında iki çocuğu ve Papo isminde bir köpeğiyle harika bir çiftlik evinde yaşıyorlar. Kendileri de bisikletçi olduğundan, gelmeden önce, geldiğimde ve sonrasında o kadar iyi tavsiyelerde bulundular ki sonrasında bu bilgiler defalarca işime yaradı. Olivia, Miguel ve Papo ile zaman geçirmek o kadar keyifliydi ki nerde olduğumu,  ne yaptığımı,  zamanı,  mekanı herşeyi unuttum. Çocuklarla geçirilen zaman bir nevi meditasyon kesinlikle.

Ertesi gün arkadaşlarının da katılımıyla asado yapıyorlar.  Evin bahçesinde 7 tane çocuk var toplam 15 kişi var. Saatlerce sohbet edip güzel zaman geçiriyoruz.  Türkiye'nin ilgili yüzlerce soruyu cevaplıyorum yine. Buradakiler Türkiye'yi hiç bilmiyorlar ama en azından önyargilari yok. Deveye mi biniyorsunuz diye soran yok en azından. En çok karşılaştığım soru ise "Dizilerdeki kadar güzel mi Türkiye?". Daha güzel diyorum. Gidişat iyi değil ama, göreceksiniz hemen gidin görün diyorum.


Olivia ve Miguel'in tatlı vedalardan sonra Pucon'a doğru yola çıkıyorum. Otobanda ayrılıp bol göllü bir bölgeye doğru pedalliyorum.

Talca- Linares

4 günlük aralıksız yolculuktan sonra Talca 'da birkaç gün dinlenmeyi planlıyorum. Şili'nin bu kısmı için şehirlerin sıkıcı olduğu söylemişlerdi daha önce. Dedikleri kadar varmış gerçekten. Pek fazla dışarı çıkmıyor ve zamanımı birşeyler okuyarak ve yazarak geçiriyorum.

Evinde misafir olduğum arkadaşım Cesar sonraki gün arkadasi Eduardo ile birlikte Lago de Maule'ya gideceklerini söyleyince olduça heyecanlanıyorum. 2.000 metre civarındaki yüksekliğiyle bu gölün görülmeye değer yerlerden biri olduğunu biliyordum. Ama Arjantin sınırına yakın ve And dağlarının arasında bir yerde olduğunu bildiğimden gitmek aklımda yoktu.

Göle yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürüyor.  Bir gece konaklayacağız ve tabi ki asado var. Kayaking yapılacak balık tutulacak çok işimiz var :)


Şili 15 farklı bölgeden oluşuyor.  Bu bölgeler isimlerini genellikle o bölgedeki önemli nehir, göl, dağ ve çöllerden alıyor. Maule nehri bu bölgeye hem isim hem de hayat veren nehir. İşte bu nehrin kaynağına Maule Lagunu'na (Lago de Maule) gidiyoruz. Zorlu bir yoldan sonra göle vardığımızda daha öncekilere hiç benzemeyen bir hayranlık duygusu kaplıyor içimi.


Bu gölü özel yapan en önemli özelliği tüm bu güzelliği sessiz ve yalniz deneyimleyebiliyor olmanız. Göl en yakın şehre 2 saat uzaklıkta ve neredeyse Arjantin sınırında olunca insanlar daha yakindaki gölleri tercih ediyor. Görebildigim kadariyla gölün etrafında kimse yok. Kimseyi geçtim canlı yok neredeyse. Kuş olmaz mı mesela! Kuş niye yok? O kadar sessiz ki düşüncelerimin sesini duyabiliyorum sanki. Bu kadar sessizlik,  iyi gelmez diye korkup işe güce girişiyoruz.



Derken hava kararmaya başlıyor. Bizim o ilk andaki rahatlığımız gitmiş ve tişörtlerin üzerine ilk uzun kollular giyilmiş durumda. Yine de ateşten pek uzaklaşamıyorum.  Güneş ardımızda tepelerin üstünde kaybolunca artık montlarımızı arar oluyoruz. Allah'tan rüzgar yok diyor Eduardo, yoksa tek mont bile yetmezmiş. 


Ziyafetin üzerine Eduardo ile Cesar derin bir muhabbete dalıyor. İnce mevzular. Şarabın da etkisiyle öyle bir dil konuşuyorlar ki yer yer Türkçe'ye bile benzetiyorum.  Ben gölün etrafında küçük bir gezinti yapıyorum.  Üşüyüp çadıra dönüyorum sonra, güzel bir uyku çekiyorum. 

Sabah kuşlar çadırımın etrafında şarkılarını söylerken müthiş bir enerjiyle uyanıyorum. Akşamdan kalan ekmek parçaları için sakladıkları yerden çıkıp tüm arkadaşlarını da toplayıp gelmişler. Uçmak yok ama. Seke seke tüm bölgeyi tarıyor, o an için tek dertleri olan ekmek parçası için gerekirse kavga da ediyorlar. Bizdeki serçenin türevi yüzlerce kuşun arasındakı şaşkınlığımı bir kenara birakip göle dönüyorum yüzümü. Tanyeri yeni yeni ağarırken içim yaşama sevinciye dolmuş bir halde sabah sporumu yapıyorum. Ekmek kırıntıları bitmiş olacak ki kuşlar da gidiyor. Göl kenarında oturup zihnimi tamamen boşaltıp doğanın tüm güzelliğini tüm varlığımla hissetmeye hazırım. Derken çadırdan kesif bir horlama sesi yükseliyor :)

Çadırlardan uzaklaşıp meditasyon yapmanın daha verimli olacağını düşünerek gölün kenarında yürümeye başlıyorum. Epey yürümem gerekiyor :) güneşin karşımdaki dağın ardından yüzünü göstermesi çok yakın artık.   


Önce varlığımı duyumsuyorum daha önce hiç olmadığı gibi. Dağlar gölün varlığına şahitlik ediyorlar. Benim varlığımın da farkına varmalarını istiyorum. Ben yokmuşum gibi davranıyorlar,  bu benim istediğim şey değil. O an tabiatın benim için var olmasını isterken benim varlığımdan huzursuz, gitse de keyfimize baksak dediklerini duyumsuyorum. Böyle olmaz, bu engeli aşmalı buzları eritmeliyiz diyorum. Kendimi doğanın seyircisi değil bir parçası olarak görmeye çalışıyorum bu defa. O an dağ ve göl birbirine bakıyor. Dağ müşfik bir gülümsemeyle hoşgeldin diyor bana. Tatlı bir rüzgar yanağıma dokunuyor sonra. Ve güneş dağların ardından ilk ışıklarıyla içimi ısıtıyor. Bu huzuru sonsuza kadar sürdürmek istiyorum. 

César ve Eduardo uyanıyor bir süre sonra. Gölun soğuk suyuna balıklama dalıp uyanma seansı başlıyor.  Önce César sonra Eduardo. Benim de dalmam lazım şimdi.  Cesaretimi toplayıp dalıyorum.  Göl bizim senle muhabbetimiz farklı artık deyip daha bir sıcak karşılıyor beni. Ya da ben öyle sanıyorum. 

Birkaç balık tutma denemesinde daha başarısızlıkla ayrıldıktan  sonra dönüş yoluna koyuluyoruz. 

Ertesi gün Talca'dan ayrılarak Linares'e doğru yola koyuluyorum. Linares 80 km mesafede yolumun üzerinde küçük bir kasaba. Burada ingilizce öğretmenliği yapan Elise ve Jon'a konuk olacağım.  



Elisa Antigua ve Barbuda ve Jon ise Amerika'dan. Burada Mr and Mrs Smith olarak ingilizce öğretiyorlar. Bahçeli, oldukça şirin bir evleri bir de dünyalar tatlisi bir köpekleri var. Sadece bir gece kalabildim burda. Diğer arkadaşlarının da katılımıyla muhabbet muhabbeti açtı.  Güzel bir uykudan sonra ertesi gün Chillán için yola çıktım.

Pichilemu-Talca

Yaklaşık 170 km'like bu etabı iki günde tamamlamayı planlıyorum. Bir süre sahilden uzaklaşıp otobandan gitmeyi planlıyorum. İlk geceyi nerde geçireceğimiz ilgili pek bir fikrim yok. Gidebildiğin kadar gidip yorulduğumda kamp yapmayı planlıyorum.

Önce çam ormanlarıyla kaplı birkaç tepeyi aşıp Bucalemu'ya varıyorum.  Bu arada Şili'de ahşap ürünleri ihracatı önemli gelir kaynaklarindan biri. Ancak birçok gelişmekte olan ülke gibi onların da işlenmiş üründen ziyade hammadde ihracatı yapma gibi bir problemleri var. Ikea'ya ağaç satıp mobilya ithal ediyorlar. Biryerlerden tanıdık geldi bana. Tabi bu tepeleri aşarken kelleşmiş kısımlari gördükçe katliamın boyutlarını çok net görebiliyorsunuz.



Bucalemu sahilinde öğle yemeğin ve ardından yarım saatlik bir siestanın tadını çıkarıyorum.  Hatta o kadar beğeniyorum ki burayı kampı buraya kurmak istiyorum. Ancak sonraki güne çok fazla yol kalacağından vazgeçip yola koyuluyorum. Tabi dalgaların şiddeti de ürkütmüyor değil tabi.


Bir türlü kamp yeri beğenememem sonrasında havanın kararmasına yakın artık bir yer bulma mecburiyetiyle daha bir dikkatli bakıyorum etrafıma.  Ama yol kenarındaki otlar yolun dışına çıkmama izin vermeyecek kadar yüksek ve bu yol uzun bir müddet devam ediyor önümde.  Burada anayolların kenarındaki tüm araziler çitle çevrilmiş durumda. Öyle bir şey ekili olduğundan ya da değerli başka birşey olduğundan falan değil. Herhangi bir yerde durup yola yakın bir arazide kalma şansınız yok yani. Çiti aşmak zor, hele bir de bisikletle, neredeyse imkansız.

Güneş batıyor ve artık kalan son ışıklar da çekilmeye başlıyor. Nihayet ilerde küçük bir köy görüyorum. Evlerinin bahçesinde gördüğüm birkaç insana bahçelerinde kamp yapıp yapamayacağımı soruyorum, nazik bir dille reddediyorlar beni. Ben de biraz ileride gördüğüm yeni yapılmış olan bir evin arka bahçesine kuruyorum çadırımı.

Ertesi sabah gün doğar doğmaz çadırı toplayıp çıkıyorum yola. Hatırı sayilir bir yol yaptiktan sonra kahvalti için  daha fazla bekleyemecegimi anlıyor tenhadaki bir otobüs duragini otağ eyliyorum kendime. Kahvaltıda makarna mı! Olur efendim, çok da güzel olur.


Bilmediğiniz bir yerde kaldığınızda erken kalkıp hiç kimseye görünmeden tüymeniz gerekiyor. Bisikletçi abilerimizin öğütleri bunlar. Sabah hava soğuk tabi. Hızlı da gidiyorsan sağlam üşüyorsun. Sabah 5-7 arasındaki dünya şimdiye kadar pek de tanımadığım bir yerdi. Bu kadar umut, yaşama sevinci, enerji dolu olduğunu bilseyedim keşke, daha önceleri de..



Artık sahile değil otobana doğru yönelmiş durumdayım.  Tam iyi gidiyorum derken arka lastiğin asfalta yapışmış olduğunu farkediyorum. Ekipmanı çıkarıp tamir etmeye çalışıyorum. Ama patlamış yerini bir türlü bulamadığım için yedek iç lastiği takarak devam ediyorum. Yedek iç lastik biraz daha ince olduğundan çok fazla şişiremiyorum. Bu beni yolun kalan kısmında biraz yavaşlatıyor.  Yaklaşık 60 km'lik bol iniş çıkışlı bir seyirden sonra otobana bağlanıyorum. 30 km kadar sonra ise Talca şehrine varıyorum.

Talca'da daha önce Türkiye'de ağırladığım arkadaşım Cesar'da kalacağım. 4 günlük yoğun bir tempodan sonra burada 2-3 gün dinlenmeyi planlıyorum.

Lo Gallardo-Pichilemu

Yolculuğumun bu kısmı iki gün sürecek.  İlk gün Litueche adında bir kasabaya ertesi gün Pichilemu'ya doğru devam edeceğim. Litueche'ye gitmemin tek sebebi yol üstündeki 2 kasabadan biri olması. Başka bir özelliği yok. 1 gece kalıp sabah erkenden yola çıkacağım.

Bu defa önümde iki tane 400 metrelik tırmanış ve 72 km yol var. Zorlu bir gün beni bekliyor. İlk tırmanışı sorunsuz anlatıyorum.  Ancak ikinci tırmanış canıma okuyor resmen. Güç bela varıyorum Litueche'ye.


Jandarma'ya gidip nerde kamp yaparım diyorum. Kamp olmaz git hostelde kal diyor bana. Bir tane hostel varmış zaren oraya yönlendiriyor beni. Hostelde 3 teyze karşılıyor beni. Hostelin sahibi olan teyze evlere şenlik.  Yüzünde bir gülümseme var ki hala anlamını çözebilmiş değilim.  Hani Değerli diye bir karakter vardı ya bir çizgifilmde, aynen o şekilde gülüyor bana. Dedim herhalde fena yolacaklar beni. Meğer müşteri geldi diye seviniyormuş,  bir haftadır gelen giden yokmuş. Yan taraftaki lokanta da onlarınmış, protein karbonhidrat ne varsa götürüyorum.


Teyzeler o kadar alışmışlar ki müşteri yokluğuna, geç saatlere kadar hostelin orta yerinde bagira çağıra dedikodu yaptılar. Başım şişti zor uyudum.

Pek de rahat olmayan bir uykudan sonra ertesi sabah Pichilemu'ya doğru yola çıkıyorum. Yaklaşık 65 km'like rahat bir yol var önümde.  Rüzgar tahminine bakınca keyfim kaçıyor biraz. Uzun bir gün olacağını o zaman anlıyorum.

Akşam saat 6 gibi, çıkılan yokuşların mükafatı olan harika bir inişle varıyorum Pichilemu'ya. Şehrin çokça dışından bol köpüklü, ışıltılı dalgaları görünce heyecandan yerimde duramıyorum.


Pichilemu dalga sörfü için dünyanın en popüler yerlerinden biri. Geçtiğimiz yıl dünya şampiyonası da burda yapılmış.  Punta de lobos (kurtların yeri) denen burun kısmı en popüler kısmı. Buradan, sürekli güçlü dalgalarla boğuşan sörfçüleri doyasıya seyretmek keyifliydi. Bir türlü bu güzelliği layıkıyla anlatabilecek bir fotoğraf çekemediğimden tamamen araklama olan bu fotoyu paylaşıyorum :)



Punto de lobos'da inanılmaz güzellikteki günbatimları da günün yorgunluğunu üzerimizden alıp harika bir akşam serinliğine davet ediyor. Güneşin ardından rüzgar da genellikle kesiliyor ve bir çöl sessizliği çöküyor şehrin üstüne.


Bol rüzgar,  güneş,  dalga derken Pichilemu'da doğayla epey bir hemhal oldum. Buradaki çok güzel hatirlayacagim iki gunde Couchsurfing'den arkadasim José Luis hostelinde ağırladı beni. Pek müşterisi olmadığı zaman hostelini Couchsurfing üyelerine açıyor. Yilin 7 ayında Şili'de hostel işletip, 5 ayında Italya'da reklamcılık üzerine çalışıyor.  Kış görmeden dünyanın en tatlı yazlarını yaşıyor. Sizi bilmem ama ben çok özendim.



Bir gün dinlendikten sonra ertesi gün Talca'ya doğru iki gün sürecek zorlu bir yolculuk beni bekliyor.