Bu anların bu kadar çabuk anılar arasına karışacağı aklıma gelmezdi. Fotoğraflardan oluşan bu videoyu hazırlama fikrini yolda tanıştığım Marcus adlı bir Alman bisikletçiden aldım. Yol boyunca bana eşlik eden bir müzik eklemek isteyince aklıma bundan daha güzeli gelemezdi herhalde. Neticede böyle bir fikir çıkmış oldu ortaya. Tabi Mart 2016 da youtube a yüklediğim videonun kıymeti Haziran ayında Meksikada fotoğraf makinemi tüm hafıza kartlarıyla birlikte çaldırınca daha da arttı. Bakıp bakıp hisleniyorum şimdilerde.
América Latina
www.instagram.com/canfatihcan
Bu anların bu kadar çabuk anılar arasına karışacağı aklıma gelmezdi. Fotoğraflardan oluşan bu videoyu hazırlama fikrini yolda tanıştığım Marcus adlı bir Alman bisikletçiden aldım. Yol boyunca bana eşlik eden bir müzik eklemek isteyince aklıma bundan daha güzeli gelemezdi herhalde. Neticede böyle bir fikir çıkmış oldu ortaya. Tabi Mart 2016 da youtube a yüklediğim videonun kıymeti Haziran ayında Meksikada fotoğraf makinemi tüm hafıza kartlarıyla birlikte çaldırınca daha da arttı. Bakıp bakıp hisleniyorum şimdilerde.
El Calafate-Torres del Paine
El Calafate'den ayrıldığım gün bol güneşli ve rüzgarlı bir hava var. İlk etapta doğuya doğru ilerliyor olduğumdan güneydoğudan esen sert rüzgar epey destek oluyor bana. Karşıma çıkan 700 metrelik tırmanışı öncekilere göre çok daha kolay tamamlıyorum. Yokuşu tamamladıktan sonra güneydoğuya dönüyorum ve bu defa rüzgarı yandan almaya başlıyorum. Tekrar inişe geçmeden bu platoda yaklaşık 40 km yolum var. Bu defa rüzgar problem olmaya başlıyor.
Yandan esen şiddetli rüzgar belki de bisikletçi için en tehlikeli olanı. Hele bir de düzenli değilse... dengenizi her an kaybedebiliyorsunuz. Dengeyi sağlayabilmek için rüzgarın geldiği yöne doğru bisikleti biraz yatırmak gerekiyor. Rüzgarın şiddeti bir anda kesildiğinde düşme veya yoldan çıkma riski var. Bu sebeple yolun biraz daha iç kısmında ilerlemek zorundasınız. Bu defa da geçen araçlar tehlike oluşturuyor. Ayrıca şiddeti bir anda artan rüzgarla kendinizi her an yolun ortasında bulabiliyorsunuz. Gidiş geliş toplam iki şeritli bu yolda birkaç kez diğer şeride kadar attı beni rüzgar. Yol düz ve uzun olduğundan yaklaşık 5 dakikada bir geçen araçları çok önceden görüp yanımdan geçerlerken yavaşlayarak çözüm bulmaya çalışıyorum. Böyle olunca yol uzadıkça uzuyor tabi.
Yolun tekrar doğuya dönmesiyle rahatlıyorum biraz. Önümde bir yol ayrımı var. Şili sınırına gitmek için ya sağdaki toprak yolu ya da soldaki 70 km kadar daha uzun asfalt yolu tercih edeceğim. Toprak yolun bir dezavantajı da rüzgarı karşıma alıyor olmam. Yol ayrımına yaklaşıp kararımı orda vermek üzere devam ediyorum.
Yol ayrımına yaklaşık 200 metre kala hala karar vermiş değilken arka lastikler gelen ses patronun kim olduğunu hatirlatiyor. Bir kırık jant daha. Bunu asfalt yolu tercih etmem için bir işaret olarak görüyor ve sola kırıyorum direksiyonu.
İniş kısmına gelince rüzgar da hafifliyor biraz, araya küçük de olsa tepelerin girmesi rahatlatıyor. Kalan yaklaşık 70 km'lik yolu gün batımına doğru tamamliyorum. Kalacak uygun bir yer ararken devriye gezen polislere rastlıyorum. Polis merkezinin arka bahçesinde kalabileceğimi söylüyorlar. İşte bu gece kaldığım yer.. La Esperanza
Ertesi sabah erkenden yola çıkıyorum. Rüzgar karşıdan ama sakin esiyor bugün. 80 km sonra Şili sınırına varıyorum. Sınırda bisikletı bi arayalım diyorlar. Çantada sorun olabilecek bir tek elma var. Evet bildiğin elma işte. Şili'ye meyve sebze sokmak yasak. Neyse ki formda belirtmiştim elma olduğunu. Elmayla giremezsin güzel Şili'mize bizim elmalarimiz daha güzel bol bol yersin dediler. Dedim arkadaş ben bu elmaları atmam. O zaman geç sınırın ötesine orda ye dediler. Sınırda üç tane elma yedim. Görenler hunharca elma yiyen bu adama hisli hisli baktılar. Elmaların çöplerini Arjantin tarafına fıydıraraktan sınırı geçtim.
Burası Villa Cerró Castillo. Torres del Paine Milli Parkına 90 km mesafede. Ancak tam da bu istikametten öyle bir rüzgar esiyor ki ilerlemenin imkanı yok. Geceyi bu kasabada geçirmeye karar veriyorum. Kasabadaki tek hostelde de yer yok. Polis abileri buluyorum yine. Bahçesinde kamp yapılan bir evi tarif ediyorlar bana. Makul bir ücretle banyo ve mutfak kullanım imkanını içeren bu yerde kalıyorum.
Ertesi gün rüzgar daha şiddetli. Tek çarem bisikleti burada bırakıp otobüsle gitmek. Ancak otobüs bulamıyorum. Otostop çekmeye başlıyorum. 15 dakika sonra bir araç bulup yola koyuluyorum. Jorge adındaki bu arkadaş yakın bir yere kadar birakabilecegini söylüyor.
10 dakika kadar sonra karşı yönden gelen bir araç durduruyor bizi. Aracı kullanan 70 yaşlarında Amerika'lı bir teyze. Gram İspanyolca bilmiyor. Batonların da alıp kiralik bir araçla yola çıkmış. Kaybolmuş, Torres del Paine'ye gidecekmiş. Jorge ile yolu tarif etmeye çalışıyoruz ama teyze bir de ağır işittiğinden iletişim kuramıyoruz bir türlü. En sonunda bizi takip et diyerek yola koyuluyoruz. Jorge yakın bir yerden ayrılacak olduğundan ben teyzenin arabasına geçiyorum. Öyle bir araba kullanışı var ki insem mi acaba diye düşünüyorum. Allaha emanet gidiyoruz. Vitesi karıştırıyor, olmadık yerde aniden hızlanıyor falan. Milli parka iyice yaklaştığımız bir anda yol ayrımında duruyor. Tabelalar açık ve net yolu gösterirken teyzemiz bir de haritadan teyit etmek istiyor. Yaklaşık yarım saat uğraştıktan sonra ikna edebiliyorum. Tam ilerleyecekken yol kenarında bir tilki görüyoruz. Teyze bir çığlık atıyor. . Oh my god.. fox.. it''s a fox.. desibel rekorlarını altüst eden bu çığĺığın üzerine herhalde diyorum korktu tilkiden. Meğerse korku değil heyecanmış. Fotoğraf makinesini aramaya başlıyor. 5 dakika kadar sürüyor bu. Tilki de anladı durumu herhalde gitmiyor bir yere. Sonra arabadan inip herhalde 100 poz çekiyor tilkiyi. Ben artık kalan yolu yürüsem mi acaba diye düşünmeye başlamışken dönüyor nihayet. 15 dakika sonra parkın girişindeyiz. Teyzeyi görevlilere teslim edip koşarak parkın içine doğru yol almaya başlıyorum.
Torres del Paine ihtişamıyla karşılıyor beni. Yürümeye başlarken
Yandan esen şiddetli rüzgar belki de bisikletçi için en tehlikeli olanı. Hele bir de düzenli değilse... dengenizi her an kaybedebiliyorsunuz. Dengeyi sağlayabilmek için rüzgarın geldiği yöne doğru bisikleti biraz yatırmak gerekiyor. Rüzgarın şiddeti bir anda kesildiğinde düşme veya yoldan çıkma riski var. Bu sebeple yolun biraz daha iç kısmında ilerlemek zorundasınız. Bu defa da geçen araçlar tehlike oluşturuyor. Ayrıca şiddeti bir anda artan rüzgarla kendinizi her an yolun ortasında bulabiliyorsunuz. Gidiş geliş toplam iki şeritli bu yolda birkaç kez diğer şeride kadar attı beni rüzgar. Yol düz ve uzun olduğundan yaklaşık 5 dakikada bir geçen araçları çok önceden görüp yanımdan geçerlerken yavaşlayarak çözüm bulmaya çalışıyorum. Böyle olunca yol uzadıkça uzuyor tabi.
Yolun tekrar doğuya dönmesiyle rahatlıyorum biraz. Önümde bir yol ayrımı var. Şili sınırına gitmek için ya sağdaki toprak yolu ya da soldaki 70 km kadar daha uzun asfalt yolu tercih edeceğim. Toprak yolun bir dezavantajı da rüzgarı karşıma alıyor olmam. Yol ayrımına yaklaşıp kararımı orda vermek üzere devam ediyorum.
Yol ayrımına yaklaşık 200 metre kala hala karar vermiş değilken arka lastikler gelen ses patronun kim olduğunu hatirlatiyor. Bir kırık jant daha. Bunu asfalt yolu tercih etmem için bir işaret olarak görüyor ve sola kırıyorum direksiyonu.
İniş kısmına gelince rüzgar da hafifliyor biraz, araya küçük de olsa tepelerin girmesi rahatlatıyor. Kalan yaklaşık 70 km'lik yolu gün batımına doğru tamamliyorum. Kalacak uygun bir yer ararken devriye gezen polislere rastlıyorum. Polis merkezinin arka bahçesinde kalabileceğimi söylüyorlar. İşte bu gece kaldığım yer.. La Esperanza
Ertesi sabah erkenden yola çıkıyorum. Rüzgar karşıdan ama sakin esiyor bugün. 80 km sonra Şili sınırına varıyorum. Sınırda bisikletı bi arayalım diyorlar. Çantada sorun olabilecek bir tek elma var. Evet bildiğin elma işte. Şili'ye meyve sebze sokmak yasak. Neyse ki formda belirtmiştim elma olduğunu. Elmayla giremezsin güzel Şili'mize bizim elmalarimiz daha güzel bol bol yersin dediler. Dedim arkadaş ben bu elmaları atmam. O zaman geç sınırın ötesine orda ye dediler. Sınırda üç tane elma yedim. Görenler hunharca elma yiyen bu adama hisli hisli baktılar. Elmaların çöplerini Arjantin tarafına fıydıraraktan sınırı geçtim.
Burası Villa Cerró Castillo. Torres del Paine Milli Parkına 90 km mesafede. Ancak tam da bu istikametten öyle bir rüzgar esiyor ki ilerlemenin imkanı yok. Geceyi bu kasabada geçirmeye karar veriyorum. Kasabadaki tek hostelde de yer yok. Polis abileri buluyorum yine. Bahçesinde kamp yapılan bir evi tarif ediyorlar bana. Makul bir ücretle banyo ve mutfak kullanım imkanını içeren bu yerde kalıyorum.
Ertesi gün rüzgar daha şiddetli. Tek çarem bisikleti burada bırakıp otobüsle gitmek. Ancak otobüs bulamıyorum. Otostop çekmeye başlıyorum. 15 dakika sonra bir araç bulup yola koyuluyorum. Jorge adındaki bu arkadaş yakın bir yere kadar birakabilecegini söylüyor.
10 dakika kadar sonra karşı yönden gelen bir araç durduruyor bizi. Aracı kullanan 70 yaşlarında Amerika'lı bir teyze. Gram İspanyolca bilmiyor. Batonların da alıp kiralik bir araçla yola çıkmış. Kaybolmuş, Torres del Paine'ye gidecekmiş. Jorge ile yolu tarif etmeye çalışıyoruz ama teyze bir de ağır işittiğinden iletişim kuramıyoruz bir türlü. En sonunda bizi takip et diyerek yola koyuluyoruz. Jorge yakın bir yerden ayrılacak olduğundan ben teyzenin arabasına geçiyorum. Öyle bir araba kullanışı var ki insem mi acaba diye düşünüyorum. Allaha emanet gidiyoruz. Vitesi karıştırıyor, olmadık yerde aniden hızlanıyor falan. Milli parka iyice yaklaştığımız bir anda yol ayrımında duruyor. Tabelalar açık ve net yolu gösterirken teyzemiz bir de haritadan teyit etmek istiyor. Yaklaşık yarım saat uğraştıktan sonra ikna edebiliyorum. Tam ilerleyecekken yol kenarında bir tilki görüyoruz. Teyze bir çığlık atıyor. . Oh my god.. fox.. it''s a fox.. desibel rekorlarını altüst eden bu çığĺığın üzerine herhalde diyorum korktu tilkiden. Meğerse korku değil heyecanmış. Fotoğraf makinesini aramaya başlıyor. 5 dakika kadar sürüyor bu. Tilki de anladı durumu herhalde gitmiyor bir yere. Sonra arabadan inip herhalde 100 poz çekiyor tilkiyi. Ben artık kalan yolu yürüsem mi acaba diye düşünmeye başlamışken dönüyor nihayet. 15 dakika sonra parkın girişindeyiz. Teyzeyi görevlilere teslim edip koşarak parkın içine doğru yol almaya başlıyorum.
Torres del Paine ihtişamıyla karşılıyor beni. Yürümeye başlarken
El Chalten-El Calafate
Sınır geçişindeki yorucu iki günün sonunda El Chalten şehrindeyim. Burası yaklaşık 3 hafta sonunda karşıma çıkan ilk şehir.
El Chalten'e varır varmaz iskeledeki abinin tarifiyle Casa de Ciclista (bisikletçi evi) denen yeri bulmaya çalışıyorum. Tarif ettiği yer şehrin en sapa yeri. Kafamda şüpheyle aynı sokaklardan geçip evi mekanı bir türlü bulamıyorum. Sonunda defalarca önünden geçtiğim bir evin orasi oldugunu anlıyorum.
Ben hayatım boyunca iyi insanların varlığına inandım hep. Tanimadigi tüm insanlardan korkan, çekinen ve uzak duran bir insan olmadım hiç. Bundan mıdır bilmem hayatta çok az kötü diyebileceğim insan çıktı karşıma. Ya da olumlu yaklaşınca her insanın içindeki iyilik mi ortaya çıkıyor bilemiyorum. Bu seyahat boyunca birbirinden iyi insanlar tanıdım, işte bunlardan biri de casa de ciclista'nın sahibi Flor.
İki oğluyla yıllardır Chalten'de yaşıyor. Evinin arka bahçesini gezgin bisikletçilere açmış. Aynı zamanda mutfak ve banyoyu da esirgememiş. Ve bunun karşılığında hiçbir ücret talep etmiyor. Bahçede yer olduğu sürece gelen hiçbir bisikletçiyi geri çevirmiyor. Bahçedeki mümkün olan her boşlukta bir çadır var ve her gün birkaç kişi yer bulamadığı için şehre dönmek zorunda kalıyor. Ben şanslı olanlardanım ve çadırım için bir boşluk bulabildim.
El Challten trekking cenneti. Caddelerde Arjantinli'den çok turist görüyorsunuz. Batonunu, çantasını kapan gelmiş. Haliyle fiyatlar da uçmuş tabi. Arjantin'in en pahalı şehri.
Diz ameliyatın sonrası doktorum bisiklete istediğin kadar seyahat edebilirsin ama özellikle bol tırmanışlı trekkingden uzak durmaya çalış demişti. Ben de iyi bir hasta olarak hocamın sözünü dinliyor ve buradaki dağ tepe trekking parkurları pas geçiyorum. Hakkımı birkaç hafta sonra varacagim Torres del Paine için saklıyorum.
Casa de Ciclista 'daki 2 günüm inanılmaz keyifli geçiyor. Birlikte hazırlanan ve yenen yemeklerin bambaşka bir keyfi var. Yol maceraları yemek üzerine tatlı niyetine..
Brian adında Amerika'lı bir bisikletçi de kalıyor bizimle. Bisiklet tamircisiymiş aynı zamanda. Bisikletinizde herhangi bir sorun var mı diye soruyor bize. Ben hemen benim kırık jantları gosteriyorum. 28'like bir tane yedek jantinin olduğunu söylüyor. Diğer taraftan Uruguay'lı Federico ve İrlanda'lı David'den ikişer tane fazla jantları olduğu bilgisini alıyorum. Brian jantları takıyor, ben de dikkatlice izleyerek YouTube videolarından edindiğim bilgileri pratiğe döküyorum. Jantlar akordu diye birşey var. Ama ilk kez jantlar gitar teli muamelesi yapıp sesini dinleyen birini görüyorum. Sonra A dan Z ye bir check-up yapıyor. Bisikletimin gülümsediğini ve çaktırmadan benimle ilgili şikayetlerini Brian'a fısıldadıgını görebiliyorum. Onu jantsız bırakmayacağıma söz vererek buzları eritiyoruz.
İki günlük bu keyfi pek bozasım olmasa da gelen bisikletcilerin de yer ihtiyacı olduğunu düşünerek ertesi gün sabahtan ayrılmaya karar veriyorum.
Sabah 9 gibi yola çıkıp bugün en az 150 km yapmayı hedefliyorum. Yol asfalt, bisikletim sağlığına kavuşmuş ve ben yeterince dinletmiş durumdayım. Tabi bir de rüzgar... Chalten'den doğuya doğru sürekli bir rüzgar var ve bana epeyce yardımcı olacağını düşünüyorum. And dağlarına sırtımı verip pampa denen düzlüğe doğru sürüyorum.
Rüzgar beklerken yaprak kimildamiyor öğleye kadar. Haliyle batı-doğu güzergahındaki 90 km'lik yolu 3 saatte tamamlarım derken 5 saati buluyor. Sonrasında 90 derece dönüp güneye ilerleyeceğim bir kısım var ki zor olacağını biliyorum. Rüzgarın da güneydoğudan kendini göstermeye başlamasıyla çok daha zorlanıyorum. 110. Kilometre civarında Lago Viedma ve And dağlarına karşı güzel bir manzara yakalayıp burada mola vermeye karar veriyorum. Burada beni bir sürpriz bekliyor.
Manzaraya dalmış soluklanirken iki araç yanaşıyor yakınıma. İçinden orta yaşlarda abiler iniyor. DSRL kameraları çıkarıp manzaraya karşı çakır çukur fotoğraf çekiyorlar. Aralarında konuştuklarına tonlamalarinda bir farklılık seziyorum. Görünüşlerine bakınca da olabilir mi ki böyle birşey diyorum. Birkaç adım yaklaşınca emin oluyorum Türk olduklarından.
Patlatıyorum merhabayı yanlarına yaklaşırken. Abiler de şaşırıyor tabi. Kırk yıllık ahbaplanımı görmüş gibi seviniyorum. Şili'nin kuzeyinde 2 ay kadar önce gördüğüm bisikletçi Hale'den sonra ilk kez birileriyle yüzyüze Türkçe konuşuyor olmak inanılmaz derecede mutluluk veriyor. Tabi ki ailem ve arkadaşlarım sağolsunlar konuşuyoruz arada ama yüzümüze konuşmak çok daha faklı . Yol boyunca karşılaştığım insanlara defalarca anlattım yol hikayemi, kimi zaman İspanyolca, kimi zaman İngilizce.. Abilere bir de Türkçe anlatıyor olmak inanılmaz hissettirdi. Hani Refik Halit Karay'ın Gurbet Hikayeleri kitabında Hasan'ın hikayesi vardır. Gurbette uzun zaman sonra bir Türk ayakkabı tamircisine rastldığındaki heyecanını anlatır. Bendeki de öyle bir histi işte.
Onlar da beni görünce ulan adama bak yüklemiş bisikleti dolaşıyor ne acayip insanlar var dünyada diye düşünmüşler. Türk olduğumu öğrenince şaşkınlıkları daha da arttı tabi.
Sağolsun ikram üzerine ikramda bulundular. Yorulmuşudur al çikolata ye, bak çekirdek var özlemişsindir.. sonra bir poşet çerez tutuşturulan elime... al ye koçum enerji verir... hani bi çay demlemedikleri kaldı :)
Arjantin'i bir arkadaşları ile birlikte gezip fotoğraf çekiyorlarmış. İşte ben zevk diye buna derim. Çok özendim, çantamdaki makinenin hakkını veremediğimiz farkettim. Çektikleri fotoların kalitesinden belli bu işi bildikleri.
Abilerce vedalaştiktan sonda 40 km daha pedallayıp yol üstündeki terkedilmiş bir evin yakınında duruyorum. İçeriyi bir kolaçan edinçe benden önce burada kalmış yüzlerce bisikletinin duvarlara yazdıklarini görüp burada kalmaya karar veriyorum.
Daha önce de böyle birkaç ev ve kulübe misafir etmişti beni. Bisikletle içeriye girer girmez bambaşka bir duygu kaplıyor insanın içini. Burada kalan diğer bisikletçilerle garip bir bağ oluşup yalnızlık duygusunu alıp götürüyor. Tüm odalari dolaşıp belki saatlerce bu yazıları okudum. Renkli kalemlerle sanatını konuşturan da var, benim gibi yanık odun isiyle yazan da. Tarihlerden anladığım kadarıyla yaklaşık 5 yıldır bisikletçilere tek gecelik konfor sağlıyor. Şömine ve etraftaki bol miktarda kuru odun bir sığınaklara çok daha ötesi haline getiriyor.
Ateşin karşısında müziki eşliğinde teker teker bu insanları düşünüyorum. Kim bilir ne için çıktılar yola, şimdi neredeler, bu evde geçirdikleri anları hatırlıyorlar mı? Yine sıkıcı rutinlerine mi döndüler yoksa dünyayı bir oyun bahçesine mi çevirdiler. Özlüyorlar mi bu günleri? Ben de özleyecek miyim?
Ertesi gün 100 km kadar bir yolum var El Calafate şehrine. Biraz tembellik yapıp geç koyuluyorum yola. Rüzgarı karşıma aldığım son iki saat beni epey yıpratsa da gün batımında varıyorum şehre. Hemen bir kamp alanı buluyorum. Ertesi gün meşhur Perito Moreno buzuluna gitmek için rezervasyon yaptırıyorum resepsiyonda. Dinlenmeye çekiliyorum sonra.
Ertesi gün sabah erkenden Perito Moreno buzuluna giden otobüste yerimi alıyorum. Bu hikayenin kısa versiyonu, bir de uzunu var.
İspanyolca'da nedense takıldığım birşey var. 15 ve 50'yi sürekli karıştırıyorum. 15 Quince (kinze), 50 cincuenta (sinkuenta). O kadar da karıştıracak bişey yok aslında. Ama benim beynimde nasıl yer ettiyse karışıyorlar işte. Akşam kamp alanının resepsiyonuna yarın kaçta gelir tur otobüsü diye sorduğumda eleman 9:50 demiş, ben de ona göre 9:00'a kurmuştum saati. Lakin ki öyle değilmiş :) Ertesi sabah yeni uyanmış tatlı tatlı esnerken, çadırın önünde resepsiyondan bir hatun belirip otobüs geldi sizi bekliyor hazır mısınız deyince telefonuma bir daha bakıp ama daha saat 9:15 diyorum ve jeton düşüyor. Hemen geliyorum iki dakka beklesinler deyip (parayı da peşin vermişim :)) ne bulduysam geçirip üzerime yüzümü bile yıkayamadan otobüste yerimi alıyorum. Bu da uzun versiyonu :)
1 saat kadar süren yolculuğun sonunda milli parkın girişine varıyoruz. Arjantin'in her yerinde olduğu gibi burda da turist gıcıklayan uygulama geçerli. Vatandaş 50 peso, turist 200 peso. İşine gelirse.
Perito Moreno buzulu büyüklüğünün yanında kolayca ulaşılabilir olması sebebiyle de ilgi çekiyor. Haliyle turist dolu. Kalabalık biraz rahatsız etse de buzulun manzarası muhteşem. Arada büyük bir parçanın kopup suya düşmesi küçük bir heyecan yaratıyor kalabalıkta. Ama nedense herkes objektifin ardından izlemeye çalışıyor bu olayı. Aklıma bir soru geliyor ister istemez.
Sahi bu kadar fotoğraf nereye gidiyor...
El Chalten'e varır varmaz iskeledeki abinin tarifiyle Casa de Ciclista (bisikletçi evi) denen yeri bulmaya çalışıyorum. Tarif ettiği yer şehrin en sapa yeri. Kafamda şüpheyle aynı sokaklardan geçip evi mekanı bir türlü bulamıyorum. Sonunda defalarca önünden geçtiğim bir evin orasi oldugunu anlıyorum.
Ben hayatım boyunca iyi insanların varlığına inandım hep. Tanimadigi tüm insanlardan korkan, çekinen ve uzak duran bir insan olmadım hiç. Bundan mıdır bilmem hayatta çok az kötü diyebileceğim insan çıktı karşıma. Ya da olumlu yaklaşınca her insanın içindeki iyilik mi ortaya çıkıyor bilemiyorum. Bu seyahat boyunca birbirinden iyi insanlar tanıdım, işte bunlardan biri de casa de ciclista'nın sahibi Flor.
İki oğluyla yıllardır Chalten'de yaşıyor. Evinin arka bahçesini gezgin bisikletçilere açmış. Aynı zamanda mutfak ve banyoyu da esirgememiş. Ve bunun karşılığında hiçbir ücret talep etmiyor. Bahçede yer olduğu sürece gelen hiçbir bisikletçiyi geri çevirmiyor. Bahçedeki mümkün olan her boşlukta bir çadır var ve her gün birkaç kişi yer bulamadığı için şehre dönmek zorunda kalıyor. Ben şanslı olanlardanım ve çadırım için bir boşluk bulabildim.
El Challten trekking cenneti. Caddelerde Arjantinli'den çok turist görüyorsunuz. Batonunu, çantasını kapan gelmiş. Haliyle fiyatlar da uçmuş tabi. Arjantin'in en pahalı şehri.
Diz ameliyatın sonrası doktorum bisiklete istediğin kadar seyahat edebilirsin ama özellikle bol tırmanışlı trekkingden uzak durmaya çalış demişti. Ben de iyi bir hasta olarak hocamın sözünü dinliyor ve buradaki dağ tepe trekking parkurları pas geçiyorum. Hakkımı birkaç hafta sonra varacagim Torres del Paine için saklıyorum.
Casa de Ciclista 'daki 2 günüm inanılmaz keyifli geçiyor. Birlikte hazırlanan ve yenen yemeklerin bambaşka bir keyfi var. Yol maceraları yemek üzerine tatlı niyetine..
Brian adında Amerika'lı bir bisikletçi de kalıyor bizimle. Bisiklet tamircisiymiş aynı zamanda. Bisikletinizde herhangi bir sorun var mı diye soruyor bize. Ben hemen benim kırık jantları gosteriyorum. 28'like bir tane yedek jantinin olduğunu söylüyor. Diğer taraftan Uruguay'lı Federico ve İrlanda'lı David'den ikişer tane fazla jantları olduğu bilgisini alıyorum. Brian jantları takıyor, ben de dikkatlice izleyerek YouTube videolarından edindiğim bilgileri pratiğe döküyorum. Jantlar akordu diye birşey var. Ama ilk kez jantlar gitar teli muamelesi yapıp sesini dinleyen birini görüyorum. Sonra A dan Z ye bir check-up yapıyor. Bisikletimin gülümsediğini ve çaktırmadan benimle ilgili şikayetlerini Brian'a fısıldadıgını görebiliyorum. Onu jantsız bırakmayacağıma söz vererek buzları eritiyoruz.
İki günlük bu keyfi pek bozasım olmasa da gelen bisikletcilerin de yer ihtiyacı olduğunu düşünerek ertesi gün sabahtan ayrılmaya karar veriyorum.
Sabah 9 gibi yola çıkıp bugün en az 150 km yapmayı hedefliyorum. Yol asfalt, bisikletim sağlığına kavuşmuş ve ben yeterince dinletmiş durumdayım. Tabi bir de rüzgar... Chalten'den doğuya doğru sürekli bir rüzgar var ve bana epeyce yardımcı olacağını düşünüyorum. And dağlarına sırtımı verip pampa denen düzlüğe doğru sürüyorum.
Rüzgar beklerken yaprak kimildamiyor öğleye kadar. Haliyle batı-doğu güzergahındaki 90 km'lik yolu 3 saatte tamamlarım derken 5 saati buluyor. Sonrasında 90 derece dönüp güneye ilerleyeceğim bir kısım var ki zor olacağını biliyorum. Rüzgarın da güneydoğudan kendini göstermeye başlamasıyla çok daha zorlanıyorum. 110. Kilometre civarında Lago Viedma ve And dağlarına karşı güzel bir manzara yakalayıp burada mola vermeye karar veriyorum. Burada beni bir sürpriz bekliyor.
Manzaraya dalmış soluklanirken iki araç yanaşıyor yakınıma. İçinden orta yaşlarda abiler iniyor. DSRL kameraları çıkarıp manzaraya karşı çakır çukur fotoğraf çekiyorlar. Aralarında konuştuklarına tonlamalarinda bir farklılık seziyorum. Görünüşlerine bakınca da olabilir mi ki böyle birşey diyorum. Birkaç adım yaklaşınca emin oluyorum Türk olduklarından.
Patlatıyorum merhabayı yanlarına yaklaşırken. Abiler de şaşırıyor tabi. Kırk yıllık ahbaplanımı görmüş gibi seviniyorum. Şili'nin kuzeyinde 2 ay kadar önce gördüğüm bisikletçi Hale'den sonra ilk kez birileriyle yüzyüze Türkçe konuşuyor olmak inanılmaz derecede mutluluk veriyor. Tabi ki ailem ve arkadaşlarım sağolsunlar konuşuyoruz arada ama yüzümüze konuşmak çok daha faklı . Yol boyunca karşılaştığım insanlara defalarca anlattım yol hikayemi, kimi zaman İspanyolca, kimi zaman İngilizce.. Abilere bir de Türkçe anlatıyor olmak inanılmaz hissettirdi. Hani Refik Halit Karay'ın Gurbet Hikayeleri kitabında Hasan'ın hikayesi vardır. Gurbette uzun zaman sonra bir Türk ayakkabı tamircisine rastldığındaki heyecanını anlatır. Bendeki de öyle bir histi işte.
Onlar da beni görünce ulan adama bak yüklemiş bisikleti dolaşıyor ne acayip insanlar var dünyada diye düşünmüşler. Türk olduğumu öğrenince şaşkınlıkları daha da arttı tabi.
Sağolsun ikram üzerine ikramda bulundular. Yorulmuşudur al çikolata ye, bak çekirdek var özlemişsindir.. sonra bir poşet çerez tutuşturulan elime... al ye koçum enerji verir... hani bi çay demlemedikleri kaldı :)
Arjantin'i bir arkadaşları ile birlikte gezip fotoğraf çekiyorlarmış. İşte ben zevk diye buna derim. Çok özendim, çantamdaki makinenin hakkını veremediğimiz farkettim. Çektikleri fotoların kalitesinden belli bu işi bildikleri.
Abilerce vedalaştiktan sonda 40 km daha pedallayıp yol üstündeki terkedilmiş bir evin yakınında duruyorum. İçeriyi bir kolaçan edinçe benden önce burada kalmış yüzlerce bisikletinin duvarlara yazdıklarini görüp burada kalmaya karar veriyorum.
Ateşin karşısında müziki eşliğinde teker teker bu insanları düşünüyorum. Kim bilir ne için çıktılar yola, şimdi neredeler, bu evde geçirdikleri anları hatırlıyorlar mı? Yine sıkıcı rutinlerine mi döndüler yoksa dünyayı bir oyun bahçesine mi çevirdiler. Özlüyorlar mi bu günleri? Ben de özleyecek miyim?
Ertesi gün 100 km kadar bir yolum var El Calafate şehrine. Biraz tembellik yapıp geç koyuluyorum yola. Rüzgarı karşıma aldığım son iki saat beni epey yıpratsa da gün batımında varıyorum şehre. Hemen bir kamp alanı buluyorum. Ertesi gün meşhur Perito Moreno buzuluna gitmek için rezervasyon yaptırıyorum resepsiyonda. Dinlenmeye çekiliyorum sonra.
Ertesi gün sabah erkenden Perito Moreno buzuluna giden otobüste yerimi alıyorum. Bu hikayenin kısa versiyonu, bir de uzunu var.
İspanyolca'da nedense takıldığım birşey var. 15 ve 50'yi sürekli karıştırıyorum. 15 Quince (kinze), 50 cincuenta (sinkuenta). O kadar da karıştıracak bişey yok aslında. Ama benim beynimde nasıl yer ettiyse karışıyorlar işte. Akşam kamp alanının resepsiyonuna yarın kaçta gelir tur otobüsü diye sorduğumda eleman 9:50 demiş, ben de ona göre 9:00'a kurmuştum saati. Lakin ki öyle değilmiş :) Ertesi sabah yeni uyanmış tatlı tatlı esnerken, çadırın önünde resepsiyondan bir hatun belirip otobüs geldi sizi bekliyor hazır mısınız deyince telefonuma bir daha bakıp ama daha saat 9:15 diyorum ve jeton düşüyor. Hemen geliyorum iki dakka beklesinler deyip (parayı da peşin vermişim :)) ne bulduysam geçirip üzerime yüzümü bile yıkayamadan otobüste yerimi alıyorum. Bu da uzun versiyonu :)
1 saat kadar süren yolculuğun sonunda milli parkın girişine varıyoruz. Arjantin'in her yerinde olduğu gibi burda da turist gıcıklayan uygulama geçerli. Vatandaş 50 peso, turist 200 peso. İşine gelirse.
Perito Moreno buzulu büyüklüğünün yanında kolayca ulaşılabilir olması sebebiyle de ilgi çekiyor. Haliyle turist dolu. Kalabalık biraz rahatsız etse de buzulun manzarası muhteşem. Arada büyük bir parçanın kopup suya düşmesi küçük bir heyecan yaratıyor kalabalıkta. Ama nedense herkes objektifin ardından izlemeye çalışıyor bu olayı. Aklıma bir soru geliyor ister istemez.
Sahi bu kadar fotoğraf nereye gidiyor...
Villa O'higgins-El Chalten sınır geçişi
Carretera Austral'in son durağı olan Villa O'higgins'ten ayrılma zamanı. Şili'nin daha güneyine ulaşmak için burdan sonra deniz yolunu kullanmak veya Arjantin üzerinden devam etmek zorundasınız. Benim hedefimde Arjantin var. Zorlu bir geçiş bu. Hele ki yaz harici bir zamanda geçiyorsanız işiniz daha zor. Belki de en ideal zamanda oradayım.
Burdan Arjantin'e geçmek için yaya veya bisikletli olmanız gerekiyor. Motorlu araç için uygun bir yol değil. Belki de bu sebeple bu kadar özel. İki gün sürecek bir macera bu. İlk gün tekneyle Lago Villa O'Higgins ve Arjantin sınırına kadar olan yolu geçecek, sonrasında Lago Desierto'ya ulaşıp bir gece orda konaklayacagiz. Ertesi gün Lago Desierto'yu geçip 35 km pedallayarak El Chalten'e ulaşacağız.
Villa O'higgins'te uzatmalı olarak 3 gün kalıyorum. İki günü hava koşullarıyla ertelenen tekneleri beklemekle geçiyor. Nihayet üçüncü günün sonunda iyi havanin haberi geliyor ve yola koyuluyorum. İki günde bir sefer var ve bekleyiş sonrasında epey bisikletçi birikiyor. Sabah erken saatte kasabadan ayrılıp limana gidiyoruz.
Dedim ya çok bisikletçi var diye. Teknenin kapasitesi 17 kişi. 14'ü bisikletçi. Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya, Brezilya, Arjantin, Şili ve Türkiye bisikletcilerden oluşan kafileleyle sınır mı geçiyoruz Dünya kupası çeyrek finali mi var belli değil.
Fırtınalı birkaç günden sonra gölün dinginliği ve manzara keyfimizi yerine getiriyor. 3 saat süren bu yolculukta güneş türlü oyunlarla her seferinde farklı bir manzara sunuyor bizlere, tepelerden süzülüp gelen çağlayanlara hayran oluyor bulutların arasında dans eden Condor'ları heyecanla izliyoruz.
Zorlu kısım asıl şimdi başlıyor. Tekne bizi karşı tarafa bıraktıktan sonra bizi bekleyen kısmın zorluğunu hiçbirimiz layıkıyla bilmiyoruz aslında. İner inmez herkes bisikletini hazırlamak için hummalı bir çalışma içinde.
Yol arkadaşlarım burada siesta yapmak istediklerini söylüyorlar. Benim zerre uyku yok gözümde. Şili'li arkadaşımla devam ediyorum yola. 250 metre kadar sonra Şili gümrüğüne geliyoruz. İlginç bir şekilde sistemlerinde sorun olduğu için Şili vatandaşlarını bekletiyorlar. Yabancılar ise 2 dakikada hallediyor işini. Şili'li arkadaşım "sen kaç beni tanıdılar.. ben bunları tanıyorsam sorunu bugün çözemezler, ben bugün kalırım burda sen devam et" diyor bana.
Tam o sırada arka tekerde iki jantin daha kırılmış olduğunu görüyorum. Zaten bir tanesi 300 km önce kırılmıştı. Bu durumda bozuk bir yolda bisikletle ilerlemek büyük risk. Zaten yol da sağlam bisikletle dahi ilerlenecek gibi değil.
Öyle bir tırmanış var ki.. hani dönebilecek bir yer olsa dönesi geliyor insanın. Yaklaşık 500 metrelik tırmanış boyunca itiyorum bisikleti. Arada soluklanmak için manzaraya dalınca bambaşka bir heyecan kaplıyor içimi. Sonra itmeye devam ederken bu heyecan kaybolup yerini ne işim var benim burda düşünceleri alıyor.
Nihayet 10 km civarindaki tırmanış bitiyor ve Arjantin'e hoşgeldiniz yazan tabelayı görüyorum. Bu iyi işte. Yalnız tabelayı koyan abiler yol yapmayı unutmuş. Sadece ormanın içine kıvrılan bir patika var. Hadi bakalım.
Patika boyunca ilerlemeye devam ediyorum. İniş başlıyor ama patikada bisikletle ilerlemek imkansiz. Dağ bisikletiyle belki. Ama benim asfalt sever, üç dişi eksik, yükten boynu bükülmüş bisikletimle çok zor. İte kaka ilerlemeye devam ediyorum. İki tane nehir geçişi var ama yaz mevsimi olduğundan çok zorlanmıyorum. Ancak nehrin etrafındaki çamur tabakası canıma okuyor. Bileklerimi kadar çamur içine son gücümle bisikletimi itmeye çalışıyorum. Kavga dövüş geçiyorum bir şekilde. Halime acıyorum. Sonra aynı yolu 30 kiloluk çantasıyla geçmeye çalışan Backpackers'lari görünce tüm yükümüz omuzlamış bisikletime hitaben sevgi sözcükleri dökülüyor dilimden.
Sonra Fitz Roy gözüküyor ufukta. Bu anı heyecanla bekliyordum ne zamandır. Bu zirvenin güzelliğini çok önceleri duymuştum. Adını Darwin'in güney Amerika seyahatindeki gemisi Beagle'ın kaptanı Fitz Roy'dan alıyor. Patagonya'nın güney kisminda tekrar yukselmeye başlayan And dağlarının ilk habercisi. Fitz Roy manzarasını güzelleştiren göl ise Lago desierto. Bu gece Lago Desierto misafir edecek beni.
Bisikletçiler yavaş yavaş dökülmeye başlıyor kamp alanına. 15 kişi kadar varız. Göl kenarında, hayatımızın en zor günlerinden birini yaşadıktan sonra dinlemenin keyfini yaşıyoruz.
İstisnasız tüm bisikletçiler yollara düşmeden önce okunmadık blog bırakmamış. Ama nedense herkesin yorumu beklenenden çok daha zorlu olduğu yönünde. İlk kez ben de bu hissi yaşıyorum. Bu seyahat boyunca çok defa gerçekten yorulduğumu hissedip gün sonunda mışıl mışıl uyuduğumu hatırlıyorum, ama bugün ilk defa yemek sonrasında uzandığım çimlerin üzerinde yorgunluktan sızıyorum. Arkadaşlar uyandırıyor kalk yerine yat diye :)
Ertesi sabah tekne iskeleye yanaştığında kaptanla sıkı bir pazarlığa tutuşuyorum. 1 saatlik tekne yolculuğu için 500 peso (35 USD) istiyor. Arkadaşlar napıyosun falan diyorlar dinlemiyorum. Sonunda orta yolu buluyoruz. 150 Peso ile sadece bisikletimi götürmeye ikna oluyor. Ben de 4 saatlik bir yürüyüşü göze alıyorum. Bu parkurun çok güzel olduğunu daha önce okumuştum. İşime geliyor böylesi. Dağ, göl, güneş, bulut, rüzgar, çağlayan, çiçek, ağaç, avcı kuşlar.. ne ararsan var.
Parkurun sonunda nihayet iskele görünüyor. Arkadaşlarİn bir köşeye bıraktıkları bisikletimi boynu bükük beni beklerken buluyorum. Çok keyifli ama bir o kadar da yorucu 4 saatin sonunda bir de 35 km bisiklet yolculuğu var. 3 jant eksikken hem de... hadi aslanım diyorum, yaparız biz.
Tam bu sırada iskelede görevli abi geliyor yanıma. Muhabbet ediyoruz. Bunca yıldır burdayım belki binlerce bisikletli geçti burdan, ilk kez bir Türk'e rastlıyorum diyor. Sonra bana Chalten'de casa de ciclista (bisikletçi evi) diye bir yerin adresini veriyor. Burada ücretsiz konaklama imkanı varmış. Ooh süper diyip düşüyorum yola.
İlk etapta yine de beni Chalten'e kadar götürebilecek bir pikap bakınıyorum ama dandik birkaç sedan haricinde araç gözükmüyor. Çare yok atlıyorum bisiklete. İlk etapta biraz tedirginim, her kilometre sonunda jantları kontrol ediyorum. 5 km kadar gittikten sonra ikna oluyorum yolu tamamlayabileceğime. Yol toprak ama o kadar bozuk değil hani. Chalten'e doğru son sürat pedalliyorum. And dağlarının diğer tarafını, iklimin ve bitki örtüsünün değişimini hayretle izliyorum.
Öncelikle sol tarafımdan esen sert bir rüzgar karşılıyor beni. Arjantin Patagonya'sının rüzgarı hakkında genel kanıyı doğrular şekilde dengemi sarsıp yolun dışına atmaya çalışıyor beni. Dağlık bölgeden uzaklaştıkça önce yeşil düzlükler, biraz daha ilerde ise çorak bir arazi başlıyor. Zorlu sınır geçiş macerasını gün sonunda vardığım Chalten'de noktalıyorum.
Carretera Austral 5 (Cochrane- Villa O'higgins
Cochran'dan kendimi yola vurduktan yaklaşık 20 km sonra Vicki ve diğer iki bisikletçiye rastlıyorum. Yakınlardaki bir milli parktalarmış birkaç gündür, Cochran'a dönüyorlarmış şimdi. Yol üstü yarım saat muhabbet ediyoruz. Sonra ben ayrılıyorum Tortel'e doğru.
Yol kenarında güzel bir dere bulup öğle yemeği öncesinde mızıka çalıyorum.
Evet bu seyahatteki en yakın arkadaşlarımdan biriydi bu mızıka. Arkadaş mızıkayla blues çal, country çal... ben niyeyse türk halk müziği çalıyorum. Merak eden varsa söyleyim pek de bir halta benzemiyor. Blues çalarım ilerde diye umuyorum.
Gün sonuna doğru kamp yeri ararken nehir kenarında kurulmuş iki çadır ilişiyor gözüme. Selam edip yaklaşıyorum yanlarına. Şili'li iki kafadar. Ama halleri hareketleri görsen isimleri Mahmut ve Faruk dersin. O derece benziyor buranın insanı türklere. Cristóbal ve Aleksis yıllık izinlerini bisiklet turuyla geçirmeye karar vermişler. Geçtiğimiz yıl Carretera Austral'in ilk kısmını tamamlamıştır. Bu yıl da ikinci kismini koymuşlar kafalarına.
Akşam yemeğinin üzerine çevirdiğiniz muhabbeti burada anlatacak değilim. Dedim ya Mahmut ve Faruk diye.. gerisini siz anlayın artık :)
Ertesi gün birlikte Tortel'e doğru yola koyuluyoruz. 80 km sonunda Akşam üzeri Tortel'deyiz. Tortel'i diğer şehir ve kasabalarda farklı kılan bir özelliği var. Bu kasaba denizin kenarına kurulmuş ve iç tarafla karayolu bağlantısı yok. Tamamen tahtadan yapılmış yollarla çevrili olan şehrin merkezine tahta merdivenlerden yaklaşık 100 metre inerek ulaşılıyor. Araçlar için kasabanın yaslandığı tepenin üstünde bir otopark var.
Tortel ilk etapta şirin bir balıkçı kasabası gibi gözükse de Ankara'da balıkçılık neyse burda da o. Yok yani. Yakindaki nehre gidersen o başka tabi. Burada balık çok az ve yenecek cinsten değil. Zaten tarımın olmayacağı arazi yapısını ve ormanları görünce hemen anlıyorsunuz. Bu durumda akla "balıkçılık da yoksa ve de en yakın kasabaya deniz yoluyla yüzlerce kilometre mesafe varsa ne işi var insanların burda?" sorusu geliyor.
Torteli çevreleyen ormanların tamamı Ciprés (servi) ağaçlarında oluşuyor. Bu ağaçların en önemli özelliği suya karşı dayanıklılığı. Bu ağaclar yüzlerce yıl yapısı bozulmadan şu içinde kalabiliyor. İşte Tortel'i çevreleyen tahta yolların hikayesi. Bu kasaba tarih boyunca orman ürünleri temini için bir üs görevini görmüş. Bu ağaçlar deniz ile bolca hemhal olan Şili halkı için mucizevi bir nitelik taşıyor.
Tortel, Carretera Austral'in 25 km kadar dışında ve aradaki yol belki de şimdiye kadar karşıma çıkan en kötü yoldu. Çoğu bisikletçi Tortel'e uğramadan devam ediyor yoluna. Ben de ilk etapta bu tereddütü yaşamadım değil. Ama kasabada küçük bir tür attıktan sonra ne kadar doğru bir karar verdiğimi anlıyorum.
Carretera Austral boyunca fiyordal yapı sebebiyle deniz ve dağlar mümkün olabilecek en karmaşık yapıları kurarak adeta bir labirent oluşturmuş. Bazı kasabalarin okyanusla bağlantısını bulmak için pazar eklerindeki labirent bulmacaları gibi haritayı açıp çiziktirmeniz gerekiyor. Yok lan bu göl.. deniz işte abi bak burda küçük bir bağlantı var.. tadına bakalım abi o zaman.. gibi diyaloglar yaşadık birçok kez.
Şili'li kankalarım Cristóbal ve Aleksis ile Tortel'in tek turistik aktivitesi olan gizemli mezarlık turuna katılıyoruz. Turun sonundaki mezarlık tek başına bu tur için tatmin edici olmasa da bot yolculuğu kasabanın ve yakın çevresinin görülmesi açısından güzel fırsatlar sunuyor. Gelelim mezarlığa. .
Bu mezarlık (isla de los muertos) kasabanın yaklaşık 5 km uzağında bir adacıkta keşfedilmeyi beklemiş yıllar boyu. Öyle alelade bir kasaba mezarlığı değil lakin. Bu kadar ilgi toplamasını nedeni bu mezarlığın tarihi ve buraya gömülenlerin kimler olduğu gibi konuların meçhul olmasi. Sadece ihtimaller üzerinde duruluyor.
Bence en iddialı olan söylence şu şekilde. Yüz yıl kadar önce bu kasabaya sadece yaz aylarında işçi olarak gelip yaz sonunda gelen gemiyle kuzeye dönen işçiler mevcutmuş. Burada tekrar ihtimaller ikiye ayrılıyor. Şirket ödeme yapmak zorunda kalmamak için gemi göndermemiş ve çalışanları ölüme terketmiş veya gönderilen gemi batmış ve Tortel'e hiç ulaşamamış. Gemi gelmeyince kışa hazırlıklı olmayan işçiler çaresizce ölümü beklemişler.
Tamam herşey tahta anladık. Kaydırak da tahta mi olur kardeşim. Ordan kaymaya çalışan çocukları düşündüm. Benim kıçım yandı. . O derece yani..
İlerleyen saatlerde yıldızlar bir bir ortaya çıkmaya başlayınca kendimi iskeleleri birine atıp yıldızları seyretmeye başladım. Güney yarim kürede görülen gökyüzü kuzeydekinden oldukça farklı. Ne kadar uğraştıyaşam da doğru düzgün bir fotoğraf çekemedim. Arakladığım güzel bir fotoyu paylaşıyorum.
Güney yarimkurede gökyüzünü bu şekilde görebilmek mümkün. Bir kuşak gibi uzanan aslında dünyamızın da bir parçası olduğu Samanyolu galaksisinden başka birşey değil. Gece gökyüzüne her baktığımda bu görüntüye tekrar hayran oluyorum.
Tortel'deki son akşamımda yildizlari doyana kadar seyredebilmek için iskeleler birine uzandım. Saatlerce yıldızlardaydı gözlerim. Belki de şimdiye kadar gözlemleyebildiğim en büyük grup denebilecek yapıydı bu. Samanyolu galaksisini seyrediyorum gözlerim açık, ruhum şaşkın, aklımsa başka yerde.
Yol yalnız olmayı da öğretiyor insana. Değer verdiği insanların varlığının aslında bir lüks olduğu yokluklarında değil yokluklarıyla yüzleşmek zorunda kalındığında anlaşılıyor sanki. Saatlerce, günlerce yalnız olmak. Sonra birkaç hafta önce başka bir şehirde karşılaştığın başka bir seyyahı kırk yıllık ahbabınmış gibi kucaklamak. Güzel şey yalnız olmak. Yalnız olmayacağın günleri özlerken ama.
Tam bu sırada Cristobal'ı görüyorum. Kasabanın diğer tarafında film gösterimi varmış gidelim diyor. Sonra o vazgeçiyor ama ben gidiyorum. Şansa bakın ki Interstellar filmini perdeye yansıtmış mahallenin gençleri. Zaten yıldız seyretmekten sarhoş olan zihnime son darbeyi de Interstellar vuruyor.
Film bitince kendimi tekrar iskeleye atıyor ve kaldığım yerden yıldızları seyre devam ediyorum derken tam saat 12'de şehrin tüm ışıkları kapanıyor. Tasarruf önlemiymiş. Yıldızlar daha canlı şimdi gözümün önünde. Unutulmaz bir gece.
Ertesi gün Carretera Ausstral'deki son durağımız olan Villa O'higgins'e doğru yola çıkıyoruz. İlk etapta yaklaşık 25 km boyunca bir tırmanış şeridi var. Sonlasinde inişe geçiyoruz. Puerto Yungay'dan feribotta denizin karşı yakasına geçeceğiz. Hesaplamalarimiza göre 12:30'daki feribotta ucu ucuna yetişeceğiz. Dinlenmeden devam ediyoruz yola. Benim frenlerim biraz sorunlu, çok hızlanamıyorum inişte. Cristóbal ve Aleksis kaptırıp gidiyorlar. Limana geldiğimde feribotun ince ince uzaklaştığını görüyorum. Çocuklar bana el sallıyor feribottan. Bir sonraki 2 saat sonra. Öğle yemeğimi vapur beklerken golün kenarında yemeye karar veriyorum.
Yarım saatlik yolculuktan sonra diğer yakadayım. Yola devam ettikten bir süre sonra bizim çocukları yemekte yakalıyorum. Sonra birlikte yola devam ediyoruz. Geceyi yol üzerindeki terk edilmiş kulübede geçirmeye karar veriyoruz.
Ertesi gün 70 km sonunda Villa O'higgins'e varıyoruz. Burası Carretera Austral'in sonu. Sonrasında Arjantin'e geçeceğim. Geçişin ayrı ve zorlu bir hikayesi var. O da artık sonraki yazıya. .
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)